Yasal Uyarı

Yasal Uyarı
Bu sitede yayınlanan bilgi ve referanslar hiçbir surette doktor tavsiyesi yerine geçmez. Tüm sağlık problemlerinde mutlaka bir doktora başvurulmalıdır. Doktora başvurmadan kesinlikle ilaç veya başka tedavi yöntemleri kullanılmamalıdır.

Kaynak gösterilerek paylaşılan ve verilen bağlantılar (link'ler) ile ulaşılan bilgilerden kaynak sahibi sorumludur.
Sitede yer alan bilgilerin Multipl Skleroz ve diğer hastalıklar konusunda genel kabul gören tıp literatürüne uygun olduğuna dair bir iddiam yok. Bir MS hastası olarak denediğim, kısmen fayda gördüğümü düşündüğüm yardımcı tedavilerle ilgili bilgi paylaşıyorum. Dolayısıyla, her hasta benim gibi kendi sağlığı için yaptığı seçim ve uygulamalardan sorumludur.


6 Aralık 2016 Salı

Otoimmün Hastalıklar Hakkındaki Betrayal Serisinde Anlatılan Bir İki Konu


Kasım ayında Dr. Tom O’Brian’ın yaptığı ve sunduğu belgesel serisini izledim : “The Autoimmune Solution They aren’t Telling You” (Bağışıklık Sistemi Hastalıklarının Size Anlatılmayan Çözümü). Yedi bölümden oluşan seride batı tarzı beslenme sonucu çoğu kişide oluşan disbiyozun (bağırsak florasının zararlı organizmalar lehine bozulması) sağlığımızın bozulması ve kronik hastalıkların ortaya çıkışında oynadığı büyük rol, gluten duyarlılığının çok yaygın oluşu, çevresel toksinler gibi tanıdık konular üzerinde duruldu.

Bu belgeselde ve Ty Bollinger'ın sizi daha önce haberdar ettiğim TTAC - "kanser hakkındaki gerçek" belgeselinde görüşleri alınan uzmanlar klasik (konvansiyonel) tıp eğitimlerinin üstüne fonksiyonel tıp konusunda eğitim almış, hastalarını o doğrultuda tedavi eden doktorlar. Fonksiyonel tıbbın felsefesi alışık olduğumuz konvansiyonel - geleneksel tıptan farklı. Geleneksel tıpta - özellikle (MS gibi) nedenleri net olarak anlaşılamamış - hastalıklarda hastalar üzerinde belirtilere yönelik tedavi yöntemleri deneniyor. Fonksiyonel tıpta, herbir hasta için hastalığın ana nedenleri bulunup onları ortadan kaldırmaya yönelik yollar araştırılıyor. Anlayış ve sunulan çözümler çok farklı.

Seriye sonradan eklenen 8. bölümde bağışıklık sistemi hastalıklarını beslenme tarzlarını değiştirerek remisyona (geri çekilme fazına) sokan bazı hastalarla yapılan ropörtajlar bulunuyordu. Seriye eklenen 9. ve son bölümde de belgeselde yeralan doktorlar (çoğu fonksiyonel tıp doktoru) şu anda yaptıkları işi neden yaptıklarını, neden geleneksel tıbbı terkedip yeni alanlarında kendilerini yetiştirdiklerini anlattılar. Seri tekrar ücretsiz yayınlandığında sizi haberdar ederim. Şimdilik tadımlık iki videonun bağlantısını koyuyorum buraya :


https://betrayalseries.com/sayerji


***
Seriyi Değerlendirirken Dikkatimi Çeken İki Konu

Belgeselin çoğu bölümünde beslenme ve sindirimin, özellikle bağırsak florasının, bağırsak geçirgenliğinin sağlıkla ilişkisinden, toksinlerden bahsedildi. Toksinlerin özellikle hormonal sistemimizde yarattığı karmaşanın kronik sağlık problemlerimize katkıda bulunduğu belirtildi. Hayatımızda çeşit ve sayıları günden güne artan toksinlerden, kozmetiklerden, ayrıca binalarımızda, eşyalarımızda, yiyeceklerimizde bulunan küflerden bahsedildi. Ropörtajlarda fonksiyonel tıp doktorlarının tecrübelerine ve hasta hikayelerine yer verildi. Tecrübelerini anlatan hastalar beslenmelerini kendilerine zarar veren gıdalardan arındırdıklarında kronik hastalık belirtilerinde remisyon (geri çekilme) gördüklerini anlattılar.

Belgeselin ardından iki soru-cevap bölümü yayınlandı. Mutlaka önemli ve dikkatimden kaçan sorular/cevaplar olmuştur. Ama aklımda kalan bir iki noktayı aktarmak istiyorum. (Bahsedeceğim konuların aklımda kalmasının nedenini tahmin etmek zor değil : iki konu da MS'le uğraşırken kendimde gördüğüm eksiklikliklerle ilgiliydi.)

En Zayıf Bölge = Çalıştırılmayı En Fazla Gereksinen Bölge


Hareketlilikten bahsederken, vücudumuzda en zayıf bulduğumuz kısımların en fazla çalıştırılmaya ihtiyacı olan bölgeler olduğunu söylendi. (Bu prensip kognitif [algı ve zihinle ilgili] yetilerimiz sözkonusu olduğunda da geçerli olabilir bence.) En zayıf hareketler nereden çıkıyorsa, üstüne gitmemiz gerekiyor. Dengemiz mi zayıf? Yürüyüş mesafemiz mi kısalıyor? Ellerimiz ve parmaklarımızdaki zayıflama mı alarm veriyor? Duyduğumuz endişeler yüzünden hareketlerimizi kısıtlamak, hayatımızı daraltmak yerine kendimizi çok yormadan zayıf olduğumuz konularda pratik yapmalıyız. Bir fizyoterapistin kaslarınızın kuvvetini, dengenizi değerlendirerek size özel bir çalışma programı çıkartması çok yol katetmenizi sağlayabilir. Fizyoterapistle düzenli olarak beraber çalışırsanız, varsa gerileyen bölgeleri ve ilerlemelerinizi sürekli değerlendiren, sizi yönlendiren çok önemli bir desteğiniz olur.

Kognitif bir sorunla uğraşıyorsanız yeni birşey - mesela yeni bir dil - öğrenmeye, bildiğiniz yabancı bir dilde kelime dağarcığınızı genişletmeye çalışabillirsiniz. Kitap okumak, müze gezmek gibi zihni çalıştıran başka aktiviteler de bulabilir, bu konuda tavsiyeleri çin nöroloğunuza danışabilirsiniz. Özetle, azalan yetiler yüzünden moralimizi bozmayalım. Biz bağışıklık sistemi hastaları için tek yolun düşüş olduğunu kabul etmiyorum.

Yapacağımız şeyler sayesinde hastalıklarımızın ilerlemesini yavaşlatabilir, belki durdurabilir ve biz de belirtilerde geri çekilmeler görebiliriz. Gayet mümkün. Araştırmaya ve denemeye değer. En başta, bulabilirseniz bir fonksiyonel tıp doktoruyla görüşün. Ülkemizde de bu yönde eğitim alan doktor sayısı zamanla artacak eminim. Böyle bir uzmana ulaşamazsanız, Dr.Terry Wahls'ın yazdığı The Wahls Protocol veya Dr. Ahmet Aydın'ın Taş Devri Diyeti gibi kaynaklardan yardım alarak beslenmenizi sağlığınıza zararlı olabilecek gıdalardan (gluten, hazır gıdalar, margarin, rafine bitkisel yağlar, süt ve süt ürünleri gibi) arındırın. Paleolitik ve ketojenik diyet konularını araştırın.


Bedensel olarak yapabildiğimiz şeylerin azaldığını, kaslarımızın güçsüzleştiğini farkedersek yapmaya eğilimli olduğumuz şey, zayıf olan kaslarımızı çalıştırmaktan kaçınarak hareketlerimizi kısıtlamak oluyor. (Mesela giderek daha az yürümek gibi.) Halbuki amacımız, varolan hareket kapasitemizi, esnekliğimizi, kuvvetimizi korumak, belki zamanla artırmak olmalı.


Gluten Duyarlılığında Oluşan Hafıza Hücreleri 


Dikkatimi çeken diğer konu gluten duyarlılığının doğasıyla ilgiliydi. Dr. Tom O'Brian'ın anlattığına göre, bağışıklık sisteminin herhangi bir bölümü glutene tepki verdiğinde "memory B cell" denilen hafıza hücreleri üretiliyor. Bağışıklık sistemi, glutenle bir daha karşılaştığında saldırıya geçerek enflamasyon yaratıyor. Gluten düzenli olarak tüketildiğinde, vücuttaki glutene bağlı enflamasyon sürekli hale geliyor.

Tom O'Brian yiyeceklerden sadece glutenin bağışıklık sisteminin hafıza hücresi üretmesine neden olduğunu belirtti. (Hafıza B hücrelerinin aktivitesinden hastalıklara karşı aşı üretilirken yararlanılıyormuş. Amaçlanan, herhangi bir hastalığa karşı aşı yapıldığında bağışıklık sisteminin hastalıkla ilgili hafıza B hücreleri üretmesi, böylece uzun süre sonra bile o hastalıkla karşılaşılırsa bağışıklık sisteminin harekete geçmesi. İyi fikir; lakin aşılar en başta içerdikleri thimerosal [cıva] gibi maddeler yüzünden çok ağır sonuçlar doğurabiliyor! Çocukken geçirilen bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık kazanmanın mekanizması da buymuş meğer. )

Gluten - hafıza B hücresi üretimi - enflamasyon bağlantısı hafife alınacak gibi değil. Çok seyrek de olsa glutenli gıdalarla - mesela simit - kaçamak yapmamı engelleyecek nitelikte. MS'le mücadelenin ilk kahramanlarından Roger MacDougall'ın "bir çimdik bile glutenli un yememek" tavsiyesini ciddiye alsak iyi olur. Bu hastalıktaki ciddi sorunlardan biri olan sürekli enflamasyonu kim beslemek ister ki!

http://ms-alternatif-terapi.blogspot.com.tr/2016/02/roger-macdougall-kendi-metabolik.html





Kaynaklar 

http://choosinghealthnow.com/wp-content/uploads/2010/07/Gluten-free-conspiracy.pdf























12 Kasım 2016 Cumartesi

Otoimmün Hastalıklar Konusunda Belgesel

Yine bir ücretsiz belgesel duyurusu, bu seferki otoimmün hastalıklarla ilgili gerçekleri anlatacak. 85 doktor ve bilim adamı hastalıklarına geri adım attırmayı başarabilen bağışıklık sistemi hastalarıyla birlikte salgın hastalık gibi yaygınlaşan bu hastalıkların ortak nedenlerinden ve tedavi için denenebilecek yöntemlerden bahsedecek.

Belgeselin adı "The Autoimmune Disease Solution They are not Telling You" (Otoimmün hastalıkların size söylenmeyen çözümü). Yapan ve sunan, Dr. Tom O'Brian gözümüzün önünde olan; ve fakat sağlık endüstrisinin tahmin edilebilir nedenlerle açığa çıkmasını pek (!) istemediği gerçekleri sıralıyor. Neyse ki anaakım tıbbın dışında kalarak bize rehberlik eden doktorlar, diyetisyenler, araştırmacılarla birlikte. 

https://betrayalseries.com/oceanrobbins

Yukarıdaki bağlantı üzerinden kaydolun. 14 KASIM başlangıç, her bölüm Amerika'da +9 EST saat diliminde, yani akşam 9'da başlıyor. Türkiye'de saat 04:00'te erişiyor olmamız lazım. Her bölüm 24 saat yayında kalıyor. 

Serinin bölümleri şöyle :

Nov 14th: Episode 1- The Autoimmune Epidemic: Root Causes and Solutions 
Nov 15th: Episode 2- Intestinal Permeability: The Gateway to Autoimmunity 
Nov 16th: Episode 3- The Microbiome: Where Health and Disease Begin and End 
Nov 17th: Episode 4- Autoimmune Diseases of the Gut: The Role of Food and Digestion 
Nov 18th: Episode 5- Environmental Toxins: The Hidden Drivers of Disease 
Nov 19th: Episode 6- Autoimmune Diseases of the Brain: A New Approach to Neurology 
Nov 20th: Episode 7- Case Studies: Bringing it All Together 




Sağlık için beslenme, diyetimizi glutenden arındırmak, bağırsak florasının önemi, geçirgen bağırsak sendromu, çevresel toksinler gibi tanıdık konular var.

Ayın 14'üne ve 15'ine ait kayıtlar biraz daha uzun bir süre yayında kalacakmış. 

https://betrayalseries.com/episode-1-1nyawjkj2?inf_contact_key=42983a60c3f1903c12f5b781aac5a8843eeb723d094a9e5bc943c9267b734285

Umuyorum ki TTAC (The Truth about Cancer) ve Betrayal serisi gibi belgeseller çoğalır, otoimmün hastalıkları hazırlayan nedenler, bu hastalıklardan korunma ve kurtulmanın yolları ile ilgili bilgi daha fazla insana ulaşır. 




















8 Kasım 2016 Salı

OTOFAJİ : Su Orucunun Harekete Geçirdiği “Temizlik” Mekanizması

Sağlık alanında güzel şeyler oluyor. Su orucunun en büyük faydalarından biri olan “otofaji”, 2016 Nobel ödülü sayesinde artık daha göz önünde. Tıp ve biyoloji dalında 2016 Nobel ödülü “otofaji” üzerine yaptığı çalışmalar için moleküler biyolog Yoshinori Ohsumi’ye verildi. Çeşitli hastalıklar, bunların önlenmesi ve tedavileri üzerine yapılabilecek çok sayıda tıbbi araştırmanın kapısını açacak bu çalışma sayesinde daha çok insan otofajiyi, dolayısıyla su orucunu araştırıyor, deneme cesareti buluyor.

Otofaji kelimesi yunanca “kendi kendini yemek” anlamına geliyor. Hücrelerin kendilerine ait parçaları sindirerek geri kazanmaları en temel hücresel fonsiyonlardan biri. Otofaji, mantardan insana kadar bütün organizmalar için açlık dönemlerinde enerji sağlamak için zaruri hale geliyor. Nobel ödülü komitesinde bulunan Stokholm, Karolinska Enstitüsünden fizyolog Julieen Zierath otofaji olmadan, hayatta kalamayacağımızı belirtiyor. Otofaji enerji sağlamanın yanısıra bakım, onarım amaçlarına da hizmet ediyor.

Yoshinori Ohsumi, 1990’lı yıllarda ekmek mayası (Saccharomyces cerevisiae) üzerinde yaptığı çalışmalarla dikkat çekmiş. Maya üzerinde yaptığı çalışmada, otofajinin işleyiş yollarını ve süreçte rol oynayan genleri ve proteinleri tespit etmiş.  Ohsumi, mayanın genetik yapısı ile biyokimyayı birleştirerek ortaya çıkarana dek otofajinin mekanizması bilinmiyormuş.

Ohsumi’nin 90’lardaki çalışmasından sonra, otofajinin fizyoloji ve hastalıklardaki öneminin anlaşılması biraz zaman aldıysa da, Beth Lavine ve arkadaşlarının memelilerde bulunan bir otofaji geninin tümör büyümesini baskıladığını gözlemlemesinden sonra konuya duyulan ilgi birdenbire artmış. Otofajinin kanserde oynadığı rol konusunda daha çok araştırma yapılmaya başlanmış.

Otofajinin işleyişindeki bozulmalar üzerinde yapılan araştırmalar, Parkinson, Alzheimer, tip 2 diyabet ve kanser gibi başka hastalıkların moleküler mekanizmalarının anlaşılmasına katkıda  bulunmuş.

Otofajinin nimetlerinden yararlanmak için su orucunu göze almak gerekiyor. Su orucu, oruçta geçen süre boyunca hiçbir yiyecek ve su dışında hiçbir içecek tüketilmemesi demek. İnsan vücudu da diğer organizmalar gibi açlık / kıtlık dönemlerinde kendi özkaynaklarını kullanarak enerji sağlayabiliyor, hayati faaliyetlerini sürdürebiliyor.

Su orucunu daha önce diğer müthiş faydası “ketozis” açısından ele almıştım. Ketoziste vücudumuz enerjiyi alışık olduğu üzere glikozdan değil, kendi yağlarını yakarak “keton”lardan sağlıyor. Su orucu hakkında daha önceki yazımda ağırlıklı olarak ketozisten bahsetmiştim :

Su orucunda ya da aç kalındığında beyne ve çoğu organa ketonlar enerji sağlarken, ihtiyaç duyulan az miktarda glikoz için kaslar eritiliyor. Bu nedenle çok uzun (40 gün veya daha uzun) süreli oruçlar çok tehlikeli olabilir. Unutulmamalı, kalp de kaslardan oluşuyor. Su orucu konusunda okuduğum kaynaklarda üç güne kadar kısa su oruçlarının tek başına yapılabileceği yazıyor. Orucun süresini belirlemek için doktora başvurmak, orta uzunlukta (3 günden uzun) ve daha uzun süreli su oruçlarında  doktor gözetimi altında olmak tavsiye edilir. Kitabı “Hastalanmadan Yaşayın” su orucu üzerine yazılmış güzel bir rehber; İstanbul’da yaşayanlar için tanışma fırsatı bulamadığım Dr.Yegane Mutlu’yu öneriyorum. Su oruçlarını yönetebilecek doktor sayısının artmasını umuyorum.

Su orucu tutmak için detoks, kilo vermek, kronik hastalığınız üzerindeki etkisini görmek, virütik hastalıklarla başetmek gibi farklı amaçlarınız olabilir. Başlangıçta haftada - onbeş günde bir yapabileceğiniz “bir günlük” kısa su orucu, su orucuna hem fikren hem fiziken alışmanızı sağlar. Konu hakkında bilginiz ve tecrübeniz arttıkça - ideali, deneyimli bir doktor gözetiminde - daha uzun süreli su oruçları denemek istersiniz belki.

Tutulacak su oruçlarının süresine karar verirken şu bilgi işe yarayabilir : otofajinin karaciğerde depolanan glikojen deposu tükendiği zaman başladığını okuyorum. Ki bu oruç başladıktan 12 - 16 saat sonra gerçekleşiyor. Otofaji önce zirve yapıp ikinci günden sonra düşüşe geçiyor. (kaynak: http://paleoleap.com/long-fasts/ ) İlk denemelerimin üzerinden dört yıldan uzun süre geçmiş olmasına rağmen, ne uzunlukta ve hangi aralıklarla su orucu tutacağım net karar veremediğim bir konu. Bu bilgiyi de okuduktan sonra ayda bir 2 - 2,5 günlük fasılalı (intermitan) oruçlar tutmaya karar verdim.

Su orucu - otofaji bağlantısıyla ilgili tecrübemden bahsedersem, su orucunu virüs saldırısı altındayken kullanıyorum ve çok iyi sonuçlar alıyorum. Son tecrübem
geçen hafta oğlumun eve taşıdığı norovirüs (mide gribi virüsü) sayesinde oldu. Mide gribi zaten insana su orucu yapmaktan başka pek  bir seçenek bırakmayan, insanı kusturan bir virüs. Neyse ki kısa sürede geçiyor. Su orucunun sağladığı otofaji desteği sayesinde iki buçuk günde asayiş berkemal. Uçuğa sebep olan herpes simplex virüsü deseniz o da otofaji sayesinde daha kısa sürede atlatılıyor.

İş fikri arayan varsa, şöyle güzel, havası temiz ve sakin bir yerde, konuklarına doktor gözetiminde su orucu tutma imkanı veren bir mekan geliyor aklıma. Küre dağları, Kaz dağları, Likya yolu üzerinde biryerler, deniz kenarında veya dağda sakin bir köy… Hani öyle bir yer açan olursa beni de haberdar etsin lütfen, ilk müşterilerinden olmak isterim.

Şimdilik orucumu evimde tutuyorum. Oruçta yaşanabilen yan etkilerden biri, uykusuzluk yüzünden bu yazıyı sabahın 4’ünde yazıyorum. Şikayetçi miyim? Yok canım… Uykusuzluğa sebep olan büyük ihtimal norepinefrin, kortizol gibi hormonlar. Şu, aç geçirdikleri günlerde atalarımızı avlanabilmeleri için uyanık ve tetikte tutan hormonlar. Ne yapalım, ben de kitap okurum, blog için kaynak araştırır, yazımı yazarım.







Kaynaklar :







Açlık konusunda okunabilecek bazı kitaplar :

Hastalanmadan Yaşayın, Dr.Yegane Mutlu

Eating and Fasting for Life, Joel Fuhrman M. D.

Rational Fasting, Arnold Ehret
























11 Ekim 2016 Salı

TTAC (The Truth about Cancer - Kanser Hakkındaki Gerçek) Sempozyumu

Ty Bollinger kanser hakkındaki gerçekleri bulmanın, insanlara bu korkutucu hastalığın tedavisinde seçenekleri olduğunu anlatmanın peşine düşmüş bir kahraman. Başlattığı hareket kanser hakkındaki yanlış bilgileri ortadan kaldırmayı, kanser etrafına kurulu "korku düzenini" yıkmayı amaçlıyor. Ekibiyle kanserden korunmanın, kansere yakalanıldıysa ondan kurtulmanın yolları konusunda toplanan bilgilerin mümkün olduğu kadar çok insana ulaşması için çaba içindeler.

Tekrar bu konuyu açmamın sebebi :

TTAC ekibi 3 günlük (14-16 ekim) bir "gerçek zamanlı seminer" düzenliyor.  Seminer süresince çoğu doktor, 40'tan fazla konuşmacının kanser hakkındaki, hatta diyabet, Alzheimer gibi başka sağlık sorunlarıyla ilgili ufuk açıcı konuşmalarını internet üzerinden izleyebileceğiz. Etkinliği izlemek ücretsiz olacak.Sayfanın altında beliren kutucuklara adınızı ve e-mail adresinizi yazarak seminere kaydolabilirsiniz  :

İyi seyirler  (dil İngilizce haliyle. Yukarıdaki sitede seminerin [21/10/2016] tarihinden itibaren tekrar yayınlanacağı yazıyor. Aşağıdaki sayfanın sağ üst köşesinden seminer kayıtlarını satın alabileceğiniz bağlantıya gidebiliyorsunuz. 


https://go2.thetruthaboutcancer.com/ultimate-live-symposium/


Kısıtlı bir süre indirim yaptıklarını ve kazançlarının bir kısmının kanser araştırmalarına gittiğini belirtiyorlar. ) 


Ayrıca, Ty Bollinger kanser hakkında yazdığı yeni kitabıyla da çok satan kitaplar listesine girmeye çalışıyor. Amaç mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaşmak olduğuna göre, kitap çok satarsa hikayesini, mücadelesini anaakım medyanın artık gözardı etmeyeceğini umuyor.  Kitabın adı The Truth about Cancer.

https://www.amazon.com/Truth-about-Cancer-Treatment-Prevention/dp/1401952232/ref=sr_1_1?s=books&ie=UTF8&qid=1476114726&sr=1-1&keywords=the+truth+about+cance

Daha önce söylediğim gibi sanayi devrimi sonrasında, özellikle 20. yüzyıl ortalarından itibaren salgın hastalık gibi yayılan hastalıkların (kanser, MS, otizm sadece birkaçı) benzer sebeplerden beslendiğini düşündüğüm için TTAC ve - kolay tahmin edilecek nedenlerle - modern sağlık sektörü ile anaakım medyanın desteklemediği kahramanca girişimleri paylaşmayı sürdürmek niyetindeyim.













30 Eylül 2016 Cuma

Yine Şeker

Aile ziyaretlerinde tatlı tüketiminin tavan yaptığı bayram ve yeme içme konusunda kendimize koyduğumuz sınırların bir süre rafa kalktığı uzun tatil bittiğine göre konuyu açabiliriz : konumuz yine şeker ve zararları. Özellikle rafine şeker, azaltmamız, hatta bırakmamız gereken zararlı bir yiyecek. Şekeri bırakmayı düşünenlere sesleniyorum : haydi, harekete geçin! Sağlığımızın kontrolünü elimize almak için şekeri ve tuzu azaltmak çok  iyi bir hareket noktası. Hepsi alışkanlık; fazla tüketmeye nasıl alıştıysak, daha azına da alışabiliriz.


İhtiyaç duymadığımız halde batı tipi beslenmede şeker tüketimi iki asırdan uzun zamandır sürekli artmış durumda. ABD, çocuk ve yetişkin nüfusunda obeziteye, tip 2 diyabete rastlanma sıklığında birinci. Hal böyleyken yine aynı ülkenin kişi başına düşen şeker/şekerli içecek tüketiminde de başı çekmesi kimseye şaşırtıcı gelmez. Bir araştırma, 2001 ve 2004 yılları arasında bir Amerikalının günde ortalama 22 çay kaşığı şeker (355 kaloriye denk geliyor) tükettiğini ortaya koymuş. Vahim! Beslenmede, çocuklarda ve yetişkinlerde obeziteye, obeziteyle ilişkili olduğu bilinen - ve henüz bilinmeyen -  sağlık sorunlarına rastlanma sıklığında Amerika’nın izindeyiz.


19. Yüzyıl sonlarında yapay tatlandırıcılar da hayatımıza girdi. Özellikle 2. dünya savaşı sırasında zaten pahalı bir ürün olan şekerin daha az bulunur olması, pahalılaşmasıyla suni şeker “fakirin şekeri” olarak tanınıp yaygınlaştı ve beraberinde kendine ait zararları da getirdi. Kalorisiz ve ucuz oldukları için yapay tatlandırıcılar hem gıda üreticileri, hem de tüketiciler tarafından tercih edilegeldi. Her türlü hazır gıdanın, içeceğin, hatta bebek mamalarının ve ilaçların bile “içindekiler” listelerini dikkatle incelememizi gerektiren bir durum bu. Çünkü özellikle zararlı olduğuna dair çok sayıda bilimsel yayın olmasına rağmen aspartam gibi tatlandırıcıların hazır gıdalara katılmasıyla ilgili bir denetleme yapılmıyor. Neredeyse eminim : çocuk kanallarında reklamları yapılan atıştırmalık, gevrek, meyveli yoğurt, çikolata, sakız vs.’nin çoğunun içinde yapay tatlandırıcı olarak aspartam vardır. Aspartam yoksa veya aspartamla birlikte yüksek şekerli fruktoz, mısır şurubu vardır.


Mısır şurubu ucuzluğu ve yine üzerinde hiçbir denetim olmaması nedeniyle hazır gıda üreticilerinin yeni gözdelerinden. Mısır en çok üretilen GDO. Hazır gıdalar giderek daha ürkütücü hale geliyor. GDO’ları yasaklayan ülke sayısı artıyor; ama bu yasaklama konusu da incelemeye değer bir konu.


Şeker tüketiminin yakalanma riskini artırdığı, yakalananların şekerden uzak durması gereken bazı sağlık sorunlarını biliyoruz, diyabet ve kanser gibi.


Şekerin, kronik bağışıklık sistemi hastalıkları gibi bazı hastalıklarda hastalığın gidişatını kötüleştirme, semptomların ağırlığını artırma potansiyeline sahip faktörler arasında sayılması gerekiyor.  Doktorlar acaba hastalarını şeker konusunda uyarıyor mu? Sanmıyorum. Sağlık ve beslenme konuları arasındaki bağlantı, gözardı edilemeyecek kadar bariz olmadıkça çoğu doktorun ilgi ve bilgi alanına girmiyor.

Mesela nörologlar hastalarıyla nörotoksinlerin zararları üzerine konuşuyor olsaydı keşke. Nörotoksinler sinir hücrelerine zarar veren maddelerdir. Sinir hücrelerini aşırı uyarıp ölümlerine neden olabilir veya sinir hücrelerinin elektriksel aktivitelerini etkileyerek işlevlerini bozabilir. Çok sayıda hazır gıdada bulunan tatlandırıcı aspartam etkili bir nörotoksin. Yeri gelmişken yiyeceklere lezzet vermesi için katılan MSG'yi de analım. Çin tuzu olarak da biliniyor, en etkili nörotoksinlerden.


Şeker tüketiminin çok etkileyebileceğini farketmediğimiz sağlık sorunları var. Hemoroid, trigeminal nevralji (çeken bilir, anlatacağım) gibi,  aklınıza gelir miydi?


Şu durumlarda şeker tüketimini azaltmak çok iyi olur, hatta listedeki bazı sağlık sorunlarından muzdaripseniz şekeri kesmek gerekebilir :


  • Başağrısı, migren
  • Vücut ağrıları
  • Astım
  • Sinirlilik
  • Kronik yorgunluk : http://www.naturalways.com/sugar.htm
  • Hemoroid (basur) : Çoğu insanı hayatının bazı dönemlerinde rahatsız eden yaygın bir sorun. Net’te hemoroid için sıralanan çözümler bol su içmek, lifli yiyecekleri artırmak, egzersiz yapmak gibi genelde kabızlığı önlemeye yönelik çareler.  Bunlar da yapılması gereken şeyler; ama çoğunlukla atlanan nokta “şekerin de hemoroide yol açtığı”. Şimdilik bu konuya değinen şu kaynağı buldum  : http://www.dietcure.com/how_sugar_ruins_your_health.html Başka kaynaklar da bulunca buraya eklerim.
  • Artrit
  • Katarakt
  • Trigeminal nevralji : Tigeminal sinir kafanın içinde bulunan, yüzden gelen duyusal uyarımları beyne ileten üç ana kola ayrılan yayılım alanı geniş bir sinir grubu. Yüzün her iki tarafı için birer tane var. Trigeminal nevralji elektrik şokuna benzer, süresi 1-2 saniyeyle iki dakika arasında değişen epizodlar halinde gelen bir acı/ağrı. Sebebinin kan damarlarının trigeminal sinir(ler)e uyguladığı baskı olduğu düşünülüyor. MS hastalarında rastlanma olasılığı daha fazla. Konvansiyonel tıbbın bu sorun için sunduğu çareler, epilepsi ilaçları, antidepresanlar ile çekilen ağrı/acıyı hafifletmek, bunların işe yaramadığı durumlarda nöroşirurjık operasyonlar. Şu söyleyeceğim çok önemli : trigeminal nevraljiden muzdaripseniz, ŞEKERİ VE GLUTENİ BIRAKIN. Şeker derken, rafine şekerin yanısıra kuru meyve (üzüm, incir, erik, hurma vs.), pekmez gibi sağlıklı kabul ettiğimiz  şeker kaynaklarını kastediyorum. Abartmadan havuç, bal yenilebiliyor.  Şeker çok azaltıldığında elektrik çarpmalarının sayısının azaldığını gördüm.
  • İsülin direncinin artması
  • Diyabet (yukarıdaki maddenin birkaç adım ötesi olarak)
  • Böbreklerde hasar
  • Karaciğerde yağlanma
  • Diş çürümesi
  • Kandidiyaz :

Şekerin sebep olduğu rahatsızlıkların listesi uzun. Yapabileceğiniz şekeri giderek azaltarak, ya da - hızlı çözümler arıyorsanız - hemen keserek birkaç haftayı böyle geçirip, sağlık sorununuzdaki düzelmeleri gözlemlemek. Bir şey kaybetmezsiniz. Kazançlı çıkacağınız bir deneme.


Birçok taze ve kurutulmuş meyveden, başlangıçta size tatlı gelmeseler bile sebzelerden şeker alıyoruz. İstersek bal ve pekmez gibi gıdalardan destek de alabiliriz. Bunlar dışında şeker tüketmek, ister rafine şeker olsun, ister doğal şeker olarak şu aralar revaçta olan agave şurubu, akçaağaç şurubu formunda olsun bağırsaklarımızda yaşayan zararlı bakterileri besleyecektir. Bozulan bağırsak florasının birçok sağlık sorununa yolaçtığından bahsetmiştik.


Şeker kaynaklarını beslenmemizden çıkartırken dikkat edilecek bir konu : glisemik endeksi yüksek, yani vücutta kolayca şekere dönüşen gıdalardan da uzak durmamız lazım. Nedir bu gıdalar? En başta rafine tahıldan üretilen herşey : rafine undan üretilen makarna, yufka, unlu gıdalar, hatta beyaz pirinç. Sonra patates gibi bol nişastalı besinler. Çünkü nişasta vücutta kolayca basit şekere dönüşür.


Maalesef saydıklarım bize rahatlık veren, alıştığımız gıdalar. Alışkanlıklarımız vücudumuzda ve zihnimizde  farkında olduğumuz / olmadığımız birçok sağlık problemi yaratıyor. O zaman kötü alışkanlıkları iyileriyle değiştirmeye başlayalım, ne dersiniz? Mesela egzersizde de şekerli gıdalarda, hamurişlerinde bulduğumuz şeyi bulabiliriz : gerektiğinde zihnimizi üzücü, yorucu, gerilim yaratan şeylerden uzaklaştırır; bizi rahatlatır, mutlu eder.