Yasal Uyarı

Yasal Uyarı
Bu sitede yayınlanan bilgi ve referanslar hiçbir surette doktor tavsiyesi yerine geçmez. Tüm sağlık problemlerinde mutlaka bir doktora başvurulmalıdır. Doktora başvurmadan kesinlikle ilaç veya başka tedavi yöntemleri kullanılmamalıdır.

Kaynak gösterilerek paylaşılan ve verilen bağlantılar (link'ler) ile ulaşılan bilgilerden kaynak sahibi sorumludur.
Sitede yer alan bilgilerin Multipl Skleroz ve diğer hastalıklar konusunda genel kabul gören tıp literatürüne uygun olduğuna dair bir iddiam yok. Bir MS hastası olarak denediğim, kısmen fayda gördüğümü düşündüğüm yardımcı tedavilerle ilgili bilgi paylaşıyorum. Dolayısıyla, her hasta benim gibi kendi sağlığı için yaptığı seçim ve uygulamalardan sorumludur.


9 Aralık 2014 Salı

Melatonin

İnsan beyninin ortasında endokrin sistemimize ait hacmi küçük, önemi büyük bir bez var. Pineal bez (epifiz bezi) ismini çam kozalağına benzeyen konik biçiminden alır; büyüklüğü pirinç tanesi kadardır ve retinadaki hücrelere benzeyen ışığa duyarlı hücreleri tarafından üretilen serotonin temelli bir hormon salgılar : melatonin.


Hayvanların dışında bitkiler, mantarlar ve bakterilerde de melatonin bulunması bu maddenin dünyada yaşamın evriminde ne kadar temel bir role sahip olduğunu gösteriyor.

Beynin iki yarıküresinin arasında bulunan, fakat kan-beyin  bariyerinin koruması dışında kalan epifiz bezi, omurgalılarda mevsimsel biyolojinin, yani üreme, davranışlarda farklılıklar (göç, kış uykusu vb.), tüylerin farklılaşması gibi döngülerin düzenlenmesinde merkezi rol oynar. Epifizin salgıladığı melatonin, insanlarda birbirini zincirleme olarak etkileyen hormon bezlerine ait salgılama zincirinin tepesinde yeralır. Günlük uyku-uyanıklık döngüsünü ve biyolojik saati yönetir. Bağışıklık sistemini düzenleyicidir. Bu önemli bez kimileri tarafından üçüncü göz olarak adlandırılmış. Fransız filozof Rene Descartes (1596 - 1650) epifiz bezini ruhun mekanı olarak tanımlamış, ruh ve zihnin bağlantısını sağladığına inanmış.  Epifiz hakkında spiritüel bir açılım!

Gece ve gündüz saatleri arasında, güneşli ve havanın kapalı olduğu günler arasında kendimde gözlemlediğim, başka MS hastalarında da olduğunu bildiğim daha çok enerji düzeyiyle ilgili farklar bana epifiz beziyle MS arasında bir bağlantı olabileceğini düşündürüyor. MS’le alakalı olmayan bir organ var mı öte yandan? 

Melatoninin enfeksiyonlara ve virüslere karşı vücudu güçlendirdiği biliniyor. Ergenlikle beraber küçülen bu bez kan basıncımızı düşürüyor, stresle başa çıkmamızı kolaylaştırıyor. Karanlıkla beraber artan melatonin salgısı bizi uykuya hazırlıyor.

Melatonin vücudumuzun ürettiği en etkili antioksidanmış. Bu özelliği sayesinde, tüm hücrelerimizde çok sayıda bulunan, hücrelerimizin enerji santrali olan mitokondrion adlı organellerin (çoğulu mitokondri) serbest radikallerin yıkıcı etkilerinden korunmasını sağlıyor. Giderek daha çok sayıda hastalıkta - ki bunlar arasında MS de var - hücrelerimizin uğradığı serbest radikal saldırıları sonucu mitokondrinin hasar görmesinin temel sebeplerden biri olduğu anlaşılıyor.

Bu noktada, kahramanım Dr. Terry Wahls’ın SPMS sonucu tekerlekli sandalyedeyken vücudunda hücresel düzeyde bir tamirat başlatmak amacıyla, mitokondri sağlığı için beslenme şeklini değiştirmesi gerektiğine karar verdiğini, öncelikle alışıldık batı tipi beslenmeyi terkedip beslenme öğelerince zengin gıdalar tüketerek ve tekerlekli sandalyede geçirdiği yıllar boyunca zayıflayan kaslarını güçlendirerek hastalığının gidişatını değiştirdiğini hatırlatmak istiyorum. Deneyimlerini anlattığı ilk kitabı “Minding My Mitochondria”dan bahsetmiştim.  Bu kitapta, ağırlıklı olarak beslenme tarzında yaptığı değişikliklerden sözetmiş; mutfağında kullandığı tariflere yer ayırmış. Günümüzdeki yaygın batı tipi beslenme şeklinin aslında insanların hücrelerinin ihtiyaç duyduğu besin öğelerini sağlamaktan çok uzak olduğundan, bunun da kronik hastalıklara zemin hazırladığından emin olmakla beraber, uyguladığı değişikliklerin her MS hastasında benzer pozitif değişiklikleri yaratıp yaratmayacağı konusunda garanti verilemeyeceğini, bu konuda araştırmalara ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Dr. Wahls yeni kitabı “The Wahls Protocol”da mücadelesini daha kapsamlı anlatıyor. Beslenme tarzında yapılan değişikliklerle MS hastalarının semptomlarında önemli düzelmeler gözlemlediği araştırmaları ekibiyle beraber bizzat yürütüyor. Yeni kitabın yarısı MS’le Wahls yöntemiyle mücadelenin en önemli bileşeni olan beslenme değişikliğine ayrılmış. Kitabın diğer yarısında MS'le (veya diğer kronik hastalıklarla) mücadelede işe yarayabilecek diğer yöntemlerden bahsedilmiş. Detoks, egzersiz, bazı besin takviyeleri, stres yönetimi, kil banyoları, uzak durulması gerekenler (kafein, alkol, uyku hapları vs.) bahsedilenler arasında. Düzenli uyku çok önemli olduğu için melatoninden ve melatonin düzeyimizi nasıl artırabileceğimizden de sözedilmiş. 

Dr. Terry Wahls'ın melatonin hakkında yazdıklarını özetlemek istiyorum. Öncelikle iyi bir uyku çekmemizin nasıl epifiz bezinden salgılanan melatonin  miktarına bağlı olduğundan, modern hayatın yapay ışık kaynaklarıyla melatonin düzeyimizi nasıl düşürdüğünden sözetmiş. Melatonin döngümüzü tekrar düzene sokmak için önerdikleri şunlar :

* Hergün sabah veya öğle saatlerinde en az yarım saat boyunca gökyüzüne bakarak doğal mavi ışık dozunuzu alın

* Yatağa 20:00 - 22:00 arasinda girin

* Özellikle uyku problemleri yaşayanlar yatmadan en az 2 saat önce (gün batımından sonra olabilir) doğal ışığın uyarıcı nitelikteki mavi spektrumunu bloke eden sarı camlı gözlükler takabilir.

* Uykudayken tam karanlıkta olmayı garantilemek için uyku maskesi takın. (Ben bu iş için eski yemeniler kullanıyorum.) Denge problemi yaşayanlarımız gece kalktıklarında düşmemek için açık bir ışık kaynağı bırakır. Gece yataktan kalkmanız gerekirse sarı camlı gözlüklerinizi takmayı unutmayın.

* Ayrıca melatonin takviyesi almayı düşünüyorsanız, uyumadan 1 - 3 saat öncesinde 1 mg melatonin alabilirsiniz . Aslında, varsa uyku probleminize göre (uykuya dalamama, gece sık uyanma vs.) melatonin kullanma şeklinize ve kullanacağınız doza doktorunuzla beraber karar verseniz daha iyi olur. Dr.Wahls, melatonin takviyesinin kısa dönemlerle ve aralıklarla kullanılmasının iyi olacağını söylemiş. Melatonin düzeylerimizi normale çekmenin doğru zamanlarda yeterli miktarda doğal ışık almamıza bağlı olduğunu hatırlatmış.


Melatonin kullanırken olası ilaç etkileşimlerine dikkat! Melatonin,


  • Kan sulandırıcılar
  • Bağışıklık sistemi baskılayıcı ilaçlar
  • Diyabet ilaçları
  • Doğum kontrol hapları
ve başka ilaçlarla etkileşime girebilir. Melatonin aldıktan sonra 4 - 5 saat araba kullanmak, makine operatörlüğü gibi dikkat gerektiren faaliyetlerde bulunulmaması gerekiyor.

Melatoninin doğal kaynakları : kiraz, muz, ananas, portakal, üzüm, şifalı bitki veya baharat olarak kullandığımız çeşitli  otlar, zeytinyağı, şarap, bira.
Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalarda, melatoninin muhtemelen antioksidan etkileri sayesinde glutamat (amino asit ve beyin için bir nörotransmiter - fazlası nöron ölümlerine yol açıyor) kaynaklı nöron ölümlerini azalttığı görülmüş. 31 ALS hastasının katılımıyla yapılan bir klinik çalışmada iki yıl boyunca verilen yüksek doz melatoninin hastalar tarafından iyi tolere edildiği gözlenmiş. ALS - Amyotropic Lateral Sclerosis çevresel sinir sisteminde tutulumları olan yıkıcı bir nörodejeneratif hastalık; duymuşsunuzdur.


Melatoninin faydalı olduğu diğer rahatsızlıklar ve süreçler arasında hassas (irritabl) bağırsak sendromu, periyodik ekstremite hareket bozukluğu (huzursuz bacak sendromuna benzemeyen yanı bu bozukluğun uyku sırasında yaşanması ve hastanın bu esnada durumun farkında olmaması, dolayısıyla hareketlerini kontrol edememesi), migren, menopoz, Alzheimer hastalığında uyku bozuklukları bulunuyor.


Güneşle aramıza engeller koymayalım



Güneş ışığı - özellikle uzun dalga boyundaki UV ışınları - endokrin sistemimizi uyarıyor. Böylece hormonal faaliyetleri ve bağışıklık sistemimizi düzenliyor. Hergün en az yarım ile bir saat arasında doğrudan güneş ışığı almamız gerekiyor. Doğru zamanlarda melatonin salgılamak için bol ışıklı saatlerde melatonin salgısını azaltmak gerekiyor. Uyku-uyanıklık ritminin doğal halinde tutulması, uykusuzluğun tedavi edilebilmesi için hergün uygun zamanlarda mavi ışık dozumuzu almamız gerekiyor. Bu sırada güneş ışınlarını bloke eden güneş gözlüklerini kullanmamak önemli. Bazen sağlık için stilden feragat etmek gerekiyor ;)

Her türlü cam, güneşten gelen yararlı UV ışınlarını engellediği için araba camının, pencerelerin, hatta kontakt lenslerin ardından gördüğümüz güneş bizim için yararlı olamıyor. Ayrıca zararlı olduğu söylenen, köşe bucak kaçılan güneş ışınları uzun sürelerle maruz kalınırsa zararlı olan "kısa dalga"  UV ışınlarıymış. Kısa dalga boyundaki UV ışınlarını bloke etmeye çalışırken doğal endokrin faaliyetlerimiz, ruhsal ve bedensel sağlığımız için çok gerekli uzun dalga UV ışınlarını da bloke ediyoruz.

Zamanımızın büyük kısmını iç mekanlarda geçiriyoruz. Güneş ışığından uzak kalmamızın yanında bir de gözlerimiz bize doğal (tam spektrum) ışığı sağlamayan ışık kaynaklarının sağladığı yapay ışığa maruz kalıyor. Ofislerimizi, fabrikaları, büyük mağazaları, çocukların neredeyse tüm günlerini geçirdikleri floresan lambalarla aydınlatılmış ortamları düşünün. Bu tür aydınlatmaya alternatif olarak tam spektrum aydınlatma keşfedilmiş. Amerika'da yapılan deneylerde,  fabrika ortamında tam spektrum aydınlatma kullanıldığında ve pencere camları plastikle değiştirildiğinde çalışanların salgın hastalıklara yakalanmadığı gözlenmiş. Aynı değişiklikler (tam spektrum aydınlatma ve plastik pencereler) okullarda yapıldığında günümüzde çocuklar arasında çok yaygın olarak görülen hiperaktivite bozukluğu, kronik şiddet, konsantrasyon bozukluğu ve diğer davranış bozukluklarının haftalar içinde kaybolduğu görülmüş. Bu son derece önemli, nedense duyulmayan bir keşif.

Son bir örnek de kuzey ülkelerinden... Bu ülkelerde uzun kış ayları ve kısa süren gündüzler boyunca ihtiyaçları olan güneş ışığından mahrum kalan insanların yararlanmaları için günümüzde   ışık klinikleri bulunurmuş. Ayrıca birçok ev, ofis ve kamu mekanında tam spektrum aydınlatma kullanılıyormuş. Madem bu denli yararlı, özellikle okullarda tam spektrum lambalar kullanarak, pencereleri yenileyerek çocuklar arasında artan şiddet ve sakinleştirici/psikotik ilaç kullanımı sarmalını bir ölçüde kırabiliriz. Fabrikalar, ofisler, hapshaneler, kamusal mekanlarda da bu değişiklikler yapılmalı.


Güneş ışınlarını cildimizden de alıyoruz. Hepimiz için çok önemli D vitaminini bu şekilde sentezleyebiliyoruz. D vitamini konusundan da bir sonraki yazıda bahsedelim.



Kaynaklar :

The Wahls Protocol     Terry Wahls, M.D (sayfa 307, "about melatonin" başlığı)
Detoks    Daniel Reid (bölüm 7 , Helyoterapi)


wikipedia.org   pineal gland, melatonin, mitochondrial_disease, ALS, glutamic acid (glutamate)  başlıkları


http://www.talkaboutsleep.com/how-to-use-melatonin-correctly/
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/11339464
http://www.webmd.com/vitamins-supplements/ingredientmono-940-melatonin.aspx?activeingredientid=940&activeingredientname=melatonin
http://guardianlv.com/2013/09/sunglasses-can-thwart-pineal-gland-function/

3 Ekim 2014 Cuma

Nasıl Etsek de LDN Edinsek

Bu yazıyı, Türkiye’de düşük doz naltrexone (LDN) elde etmek için baz ilaç olarak kullandığımız Ethylex’i bulamayan, nasıl LDN elde edebileceğini düşünenler için yazıyorum.

-----------------------------------------------------------------------

GÜNCEL (17/2/2017) , ilacı en son bu yöntemle aldım :

İlacı aile hekiminize, herhangi bir doktora (çünkü beyaz reçeteli), zorlanırsanız bir psikiyatra yazdırın. (doktorunuza pubmed'de LDN'nin bağışıklık sistemi hastalıkları üzerindeki başarısını gösteren araştırmalar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz.)


Reçetenin üzerine ilacın bedelini sizin ödeyeceğinizi, herhangi bir hak iddiasında bulunmayacağınızı yazarsanız TEB (eczacılar birliği) ilacı kısa zamanda adresinize gönderiyor. Aşağıdaki bağlantıda İLAÇ BEDELİNİ KENDİLERİ ÖDEYECEK HASTALAR İÇİN başlığına bakın. Orada gereken belgeler var. TEB'e fakslamanız yeterli.


(Reçetenin tanı bölümüne "alkol kötüye kullanımı" gibi birşey yazılabilir. Naltrexone genelde bağımlılık tedavisinde kullanılıyor.)


http://www.teb.org.tr/content/1/yurt-d%C4%B1%C5%9F%C4%B1ndan-%C4%B0la%C3%A7-temini



LDN denemeyi düşünüyorsanız ertelemeyin. Honest Medicine (dürüst tıp, Julia Shopick) kitabında ilacın düşük dozda kullanıldığı zaman MS hastaları üzerindeki etkisini keşfeden Dr. Bihari'nin bir beyanını okudum. Dr. Bihari'ye tedavinin başarı oranı sorulduğunda 'MS hastalarının %98-99'unda hastalığın ilerlemesini durdurduğunu' söylemiş. Denemeye kesinlikle değer.


http://www.lowdosenaltrexone.org/ldn_and_ms.htm


Sipariş üzerine kutuda 28 adet 50 mg.'lık naltexone tableti bulunan Ethylex (veya muadili) gelecek. Maliyeti - doğru hatırlıyorsam - 34 EUR. Bir kutu ilaç, düşük doz naltrexone olarak kullanıldığında on ay civarı yeterli olur (hesabı kullandığım doz olan 3 mg.'a göre yaptım).

İlaç size ulaştıktan sonra anlaştığınız bir eczacıya LDN'yi tercih ettiğiniz dozda hazırlatabilirsiniz. Şu yazıda anlattığım şekilde evde kendiniz de hazırlayabilirsiniz.


http://ms-alternatif-terapi.blogspot.com.tr/2011/08/ldn-nasl-hazrlanr.html

------------------------------------------------------------------------

LDN'niz hazırsa yapılacak tek şey her gece uyumadan önce LDN'nizi (24:00 olmadan) almak. Kimi insan 7-10 gün içinde bir fark görür (benim tecrüdem böyle, 8,5 yıldan fazladır 3 mg.LDN kullanıyorum. Atak geçirmiyorum. Bihari'ye inanıyorum) , bazen daha çok zaman alabilir. Üstelik net bir fark görmeseniz de almaya devam etmekte fayda var.

MS'in ilerlemesini durdurma ihtimali müthiş bir şey. Varolan bazı kayıpları gidermeye, güçlenmeye çalışmak (beslenme değişikliği, sigarayı bırakmak gibi yaşam tarzı değişiklikleri, egzersiz yoluyla vs.) artık size kalıyor.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bentonit Kiliyle Detoks

Bentonit kili  birçok alanda kullanılan  doğal bir kil türü. Temeli yıllanmış volkanik kül. Yanında en çok bulunan elemente göre isimlendirilen sodyum, potasyum ve kalsiyum bentonit killeri farklı alanlarda bolca kullanılıyor. Sanayide, endüstriyel amaçlarla, sondaj çamuru, kedi kumu vs. olarak kullanılan genellikle sodyum bentonit. Terapötik amaçlar için en çok önerilen ve  yemeye de uygun olan, kalsiyum bentonit. Uzmanlar, bentonit kilinin tedavi edici özelliklerinin içinde bulunan montmorillonit mineralinden ve negatif iyonlarla yüklü olmasından kaynaklandığını düşünüyor.  Bentonit kilinin içinde bulunan bol magnezyum ve 67 adet eser element de yararını artırıyor.


Kilin tedavi amacıyla kullanılmasının izleri çok eski zamanlara dek sürülebiliyor. Milattan önce 2500 yılında Mezopotamya’da tıbbi kil kullanıldığı biliniyor. Yine milattan önce 2. yüzyılda, ünü bugüne ulaşan yunan filozof ve hekim Galen hasta ve yaralı hayvanların kendilerini iyileştirmek için kil kullandığını kaydetmiş. İbn-i Sina öğrencilerine kille tedaviyi öğretmiş. Aborijinlerden Kuzey Amerika yerlilerine kadar çok sayıda topluluğun kili ticaret ve ritüellerinin dışında gıda olarak, yara ve hastalıkların tedavisi için de kullandığı biliniyor.  Eski fransız kültürlerinde, insanlar kili dişeti hastalıkları, ülserler, döküntü, dizanteri, hemoroid, ısırıklar ve iltihaplanmış yaraların tedavisinde kullanmış.


Bentonit kilinin önde gelen faydaları :
  • Karaciğer, cilt ve kolonu temizler
  • Ağır metalleri, toksinleri, çeşitli patojenleri (parazitler, bakteri ve virüsler gibi hastalık yapıcı unsurları) bağlayarak vücuttan atılmalarını kolaylaştırır
  • Sindirim sistemindeki florayı dengeler
  • Bağışıklık sistemini kuvvetlendirir (acaba düzenler mi demeli?)
  • Besinlerin sindirimine yardımcı olur
  • Hücre ve dokuları tekrar minerallerle yükler
  • Tüm vücudu alkalize eder
  • Vücudu radyasyondan korur


20. yüzyıldaki önemli bentonit kili uygulamaları arasında, 1. dünya savaşı sırasında alman doktorların dizanteri, gıda zehirlenmesi, yaraların iltihaplanmasına karşı kil kullanmasını, dizanteriye karşı önlem almak için rus askerlerinin kumanyasına 200 gram kil konulmasını ve fransız birliklerinde hardala kil katılmasını sayabiliriz.


Bentoniti tedavi amaçlı kullanıma uygun kılan temel özelliği toksik maddeleri çekip bağlama özelliği. Negatif iyonlarla yüklü olduğu için çoğunlukla pozitif yüklü olan toksinleri çekme ve bağlama kapasitesine sahip. Bu şekilde bağlanan toksinler ve patojenler dışarı atılabiliyor. Ayrıca bentonit, dolaşımın da artmasını sağlıyormuş. Kalsiyum bentonit yemeye ve içmeye diğer bentonit türlerinden daha uygun. Mesela sodyum bentonit kili içilerek kullanılacaksa, tüketilen tuz miktarını artıracağı için kullanım miktarının sınırlanması gerekir.


Bentonit kili içerdiği mineraller sayesinde canlılarda enzim üretimini de destekliyor. Sayılan sebeplerle kalsiyum bentonite “yaşayan kil” deniyormuş.


Bentoniti rahatlıkla içeriden ve dışarıdan detoks amacıyla kullanabiliriz. Ağır metaller, diğer toksinler ve patojenler dışında temizlenmesi ve vücuttan atılması için bentonit kilinden yararlanacağımız bir şey daha var ki çok önemli: Mikotoksinler. Mikotoksinler tahıl ve baharatlara yerleşen zararlı, hatta kanserojen küflerdir. Mesela aflatoksin bir mikotoksin. Bu konuyu başka bir yazıda açalım.


Tek bir maddenin bu denli güçlü olması inanılmaz geliyor insana. “Yok artık!” dedirten de bentonit kilinin radyasyonu bile emdiği iddiası. Çernobil felaketinde reaktörde radyasyonu emmesi için bentonit kili kullanılmış. Ağır metalleri çekebilir olması bile bentonit kilini detoks için kullanmaya ikna olmak için yeterli.


Nasıl kullanmalı?


Bentonit kilinin aktif hale geçip negatif elektrik yüküyle şarj olması için ıslatılması gerekiyor.


Bentonit kilini kil banyolarında kullanabilirsiniz. Küvete doldurulan suya kattığınız kili iyice karıştırın ve suyun içinde en az 20 dakika kalın. Kille sadece ayak banyosu da yapılabilir. Ayaklar killi suyun içinde en az yirmi dakika tutulur, sonra durulanır.  Üşümeyeceğiniz durumlarda ıslatılıp krem veya macun kıvamına getirilmiş kili vücudunuza, özellikle kolaltı, boyun, kasık, dizlerin arkası  gibi lenf bezlerinin çok bulunduğu bölgelere yayıp on, yirmi dakika - dayanabildiğiniz sürece - bekletin. Sonra iyice durulanın.


Islak kille yüz maskesi de yapılır, bekletilir ve yıkanır. Kil saçta da kullanılıyor.


Böcek sokması, yaralar ve dermatolojik problemlerde ıslak kille pansuman yapmalı ve kili nemli tutmalı. Pansuman birkaç saatta bir yenilenmeli. (Özellikle dermatolojik problemler inatçıysa ve geniş bir bölgeyi etkilemişse, detoksu içten kil kullanarak destekleyebilirsiniz. )


Etkili bir yöntem de kili suyla karıştırıp içmek. Günde 30 mililitre içilmesi öneriliyor. Bentonit kilinin laksatif etkisi bu tür kullanımda akılda bulundurulmalı. Kil içilince sonrasında bol su içilmesi gerekiyor. Yukarıda kaynak olarak gösterdiğim yazıda kilin içerek kullanımı için şöyle bir program önerilmiş :


1. Kiliniz toz kilse, 2 çay kaşığı kili 250 ml suyla karıştırın ve karışımı için
2. İlk adımı 3 gün birer kez tekrarlayın
3. Üçüncü günden sonra 4 gün kil içmeyin
4. Beşinci günden sonra ilk üç gün olduğu gibi kil için
5. Sonra 3 gün kil içmeyin
Programı iki kez arka arkaya uygulayın. (Böylece 4 haftalık kil kürünü uygulamış oluyorsunuz.) Kil alırken içtiğiniz günlük su miktarını artırmayı, kilin laksatif (müshil) etkisini unutmayın.

Kilin içerek nasıl kullanılması gerektiği hakkında farklı görüşler var. Her türlü rahatsızlıkları için yıllardır kil kullanan Anjou Musafir ve Pascal Chazot, kendilerini, ailelerini ve arkadaşlarını kil kullanarak nasıl tedavi ettiklerini anlattıkları Clay Cures adlı kitaplarında kil içmek konusunda şu öneride bulunmuş : kili bir hafta - on gün kadar kullanın, 8-10 gün ara verin, tekrar içmeye başlayın. Rahatsızlığınız geçene kadar aynı düzende devam edin. Yazarlar, kitapta kil içerken ara vermeyi neden gerekli gördüklerini anlatmamışlar. Bentonit kilini aldığım kişi yıllardır hergün kil içtiğini ve bu sayede bağışıklık sisteminin çok güçlü olduğunu söylüyor. Bu konuda henüz net bir fikir edinemedim. Okumaya devam...

(Not 29/08/2015 : Geçtiğimiz aylar süresince günde 30 ml kil içtim, zaman zaman birkaç gün ara verdim. Ağır metal yükümü öncesinde ve sonrasında ölçtürmediğim için bu konuda faydalı olup olmadığını bilmiyorum. Ama önemli bir nokta farkettim : vücudumuzda bulunan demir de pozitif yük taşıdığı için içeriden kullanım sonucu bentonit kili demirinizi azaltabilir. Benim demir depolarım (ferritin) muhtemelen kili uzun süre içerek kullanmam sonucu epey düşmüş. Aynı durum vücudumuz için gerekli diğer mineraller için de geçerli olabilir. Chazot ve Musafir'in kili aralıklarla kullanmaları (içten) muhtemelen kille kaybedilen gerekli mineralleri beslenme yoluyla tekrar kazanmak için. Demir de vücudumuz için çok gerekli bir element olduğundan kili uzun süreli içme kürlerinde kullanmayı tavsiye etmiyorum. Ağır metalleri atmak için doğal şelatlayıcılar kullanabilirsiniz : soğan ve sarımsak gibi bol sülfür içeren besinler, brokoli, lahana, kıvırcık lahana (kale), kişniş, maydanoz, ALA (alpha lipoic acid).

Kilin keyfini dıştan kullanımla sürmek akıllıca görünüyor.)


Çok önemli bir nokta : Kil hazırlar veya saklarken metal kap, kaşık vs. kullanmamak lazım.


Hangi Hastalıklarda ve Durumlarda Etkili?


Bentonit kili kullanmak detoks gerektiren birçok hastalıkta tavsiye ediliyor. Özellikle içerek bentonit kili kullanmanın çok kuvvetli etkileri olduğu söyleniyor. İçeriden kil kullanmak şu durum ve rahatsızlıklarda etkiliymiş :


  • Gıda alerjileri
  • Kolit
  • Viral enfeksiyonlar
  • Parazitler
  • Artrit
  • Katarakt
  • Diyabetik nöropati
  • İshal
  • Mide ülserleri
  • Akne
  • Kansızlık


Kil banyolarının otizm hastası çocuklar üzerinde olumlu, sakinleştirici etkisi gözlenmiş.


Sivrisinek dahil çeşitli böcek ısırıkları veya arı sokması durumunda, hatta cildimizle temas ettiğinde zarar veren bitkilere dokunulduğunda etkilenen bölgeye kalın bir tabaka halinde macun kıvamında suyla karıştırılmış kil sürülüp, kilin ıslak kalması için bölgeye nemli gazlı bez veya streç film sarılması halinde bentonit kilinin enflamasyona sebep olan zehri çektiği ve şişmeyi önlediği söyleniyor. Diyorken tam… bu sabah balkonda buğday çimlerini sularken omzumu arı (balarısı) soktu. Hemen kalın bir tabaka halinde ıslak bentonit kili sürdüm. Zonklama ve acıyı hemen dindirdi. Kili gazlı bezle kapatıp gün boyu nemli tuttum. Böylece tam zamanında ilk elden kilin arı zehrine etkisi hakkında tecrübem oldu :)

zaman zaman blog'a bağlantı vermektense direkt kopyala/yapıştır yöntemiyle yazılarımı paylaşmayı daha pratik (?) bulan kişiler oluyor. Ben de arada sırada böyle selam vermeyi düşündüm herkese. Has okurlar ve çabama saygı duyan sevgili misafirler, böldüğüm için kusura bakmayın. şu yazıyı okumuş muydunuz?   ipek yavuz 

Barsak enfeksiyonları, gıda zehirlenmesi, difteri, dizanteri gibi durumlarda özellikle suya karıştırılan kalsiyum bentonit kilini içerek kullanmalı. Sanırım barsaklar düzene girene kadar uygulamaya devam etmek gerekir.


Ekzema, akne gibi dermatolojik sorunlarda etkilenen bölgeler ıslak kille kaplanmalı ve kili ıslak tutmak için ıslak bandajla kaplanmalı. Pansumanı birkaç saatte bir yenileyerek gerekirse gece boyunca yerinde bırakıp sonra kaplanan yeri yıkayabilirsiniz. Bu uygulamayı sıkıntılarınız azalana veya geçene kadar sürdürebilirsiniz.


Yaralanmalarda da yaranın. kesiğin veya ezilen bölgenin üzeri kille kaplanmalı, kili ıslak tutmak için ıslak sargı bezi kullanılmalı. Pansuman istenilen sıklıkta yenilenmeli.


Bentonit kili sipariş etmek için ilgili kişiyle şu siteden iletişime geçebilirsiniz :


Yukarıdaki tedarikçiden set olarak aldığım pakette farklı oranlarda sulandırılmış kil kutuları vardı. Yüz maskesi yapmak için, diş fırçalamak için, vücuda sürüp sonra durulamak için, ayak banyosu veya küvete doldurduğunuz suya katmak için ve içmek için…  Farklı bir kaynaktan bentonit kili alırsanız, kalsiyum bentonit kili olduğundan emin olmalısınız, özellikle içerek kullanacaksanız. Toz halde kili istediğiniz oranlarda suyla karıştırarak kullanmak lazım.


Kille diş fırçalamak, kille yüz maskesi yapmak ve banyo keyfimizi bentonit kiliyle zenginleştirmek iyi fikir. MS veya diğer birçok hastalıkta rolü olduğu düşünülen ağır metal yükünü azaltmanın zahmetsiz yolu ...


Konu hakkında daha çok bilgi için şu kitap güzel görünüyor :




kaynaklar :

Clay Cures Anjou Musafir, Pascal Chazot











13 Haziran 2014 Cuma

Hindistancevizi Yağı

Hindistancevizi yağı ile ilgili yazıyı nihayet yazabildim. Bu yazı özellikle ketonlar konusuyla ilişkili.

Hindistancevizi yağının önemini anlamak için önce yağların nasıl sınıflandırıldığına bakalım.

MCT’ler nedir ve bizim için neden önemli ?

Sıvı ve katı yağları oluşturan molekülleri, yani yağ asitlerini incelersek ...

Yağ asitleri neredeyse tamamıyla iki elementin (karbon ve hidrojen) değişik kombinasyonlarda biraraya gelmesiyle oluşuyor. Yağ asitleri, kendilerini oluşturan karbon zincirlerine her zaman çifter çifter bağlanan hidrojen atomlarının sayısına göre adlandırılıyor. Mesela “doymuş yağların” yapısındaki herbir karbon atomu bir çift hidrojene, yani bağlanabileceği maksimum sayıda hidrojen atomuna bağlanmış, hidrojene doymuş durumda. Eğer sadece bir çift hidrojen atomu eksikse, bu moleküllerin oluşturduğu yağ “tekli doymamış” yağ, birden fazla hidrojen atomu çifti eksikse, oluşan yağ “çoklu doymamış yağ” olarak adlandırılıyor.

Trigliserid denilen şey ise üç tane yağ asidinin bir gliserol molekülüyle birkleşmesi sonucu oluşuyor. Bir trigliseride kendisini oluşturan yağ asitlerinin türüne göre tekli doymamış, çoklu doymamış ya da doymuş trigliserid deniyor

Tüm katı ve sıvı yağlar (vücudumuzdaki yağlar dahil)  trigliseridlerden oluşuyor.
Yağ asitleri ve yağ asitlerinin birleşmesiyle oluşan trigliseridler, hidrojen atomlarına doymuşluklarına göre sınıflandırılabildiği gibi yağ asitlerini oluşturan karbon zincirlerinin uzunluğuna göre de sınıflandırılıyor : 13-22 karbon atomu taşıyan yağ asitleri (dolayısıyla onlardan oluşan trigliseridler) “uzun zincirli”, 6-12 karbon atomu taşıyan yağ asitleri “orta zincirli” ve 3-5 karbon atomu taşıyan yağ asitleri “kısa zincirli” yağ asidi olarak adlandırılıyor. Soframızda, yemeklerimizde kullandığımız her türlü yağ da farklı yağ asidi türlerini içerse de en fazla içerdiği yağ asidi türüne göre sınıflandırılıyor. Mesela zeytinyağı, doymuş ve çoklu doymamış yağ asitleri içerdiği halde ağırlıklı olarak tekli doymamış yağ asitlerinden oluştuğu için “tekli doymamış yağ”  olarak bilinir.

Karbon zincirlerinin uzunluğuna göre sınıflandırıldığında, diyetimizdeki yağların çoğu (%97’si) uzun zincirli yağlar. Orta zincirli ve kısa zincirli yağ tanımına uyan yağlarıysa pek tüketmiyoruz.

12 tane ve 12’nin altında karbon atomu barındıran yağ asitleri daha uzun zincirli yağ asitlerinden farklı metabolize ediliyor. Orta ve kısa zincirli trigliseridler - tüketilen karbonhidrat ve şeker miktarından bağımsız olarak - keton cisimciklerine dönüştürülüyor. Uzun zincirli trigliseridlerin keton cisimciklerine dönüştürülmesi içinse ya ketojenik diyet ya da su orucu uygulanması gerekiyor. Ketonların özellikle beyin sağlığı ve beyin gelişimi için taşıdığı önemden bir önceki yazıda bahsetmiştim.


Özetle yineleyelim :
Keton cisimciklerinin nöral yağların üretiminde; yani hem yeni nöronların yapımında hem varolan hasarlı nöronların tamirinde önemli rolü var. Ketonlar nörodejenerasyonu durdurmanın yanısıra kaybedilen fonksiyonları tamir etme yeteneğine de sahiptir.

Orta zincirli trigliseridlerin uzun zincirli trigliseridlere başka bir üstünlüğü de kan-beyin bariyerini geçebilmeleri. Uzun zincirli yağ asitleri ve trigliseridlerin aksine kan-beyin bariyerini geçebilen orta zincirli trigliseridler ketonların yanısıra beynin glukoz yerine kullanabileceği yakıtlardan. Alzheimer hastalığında beyin hücreleri glukoz metabolizmalarındaki bozukluk sebebiyle aç kalarak ölüyor. Orta zincirli trigliseridler içeren yağlar tüketmek veya başka bir yolla vücutta keton seviyesini yükseltmek, özellikle beyni etkileyen hastalıklarda hücrelerin glukoz metabolizmasını by-pass ederek, beyin hücrelerini farklı bir yoldan besliyor ve beyin hücrelerinin ölmesini engelliyor.

zaman zaman blog'a bağlantı vermektense direkt kopyala/yapıştır yöntemiyle yazılarımı paylaşmayı daha pratik (?) bulan kişiler oluyor. Ben de arada sırada böyle selam vermeyi düşündüm herkese. Has okurlar ve çabama saygı duyan sevgili misafirler, böldüğüm için kusura bakmayın. şu yazıyı okumuş muydunuz?   ipek yavuz 


Ketojenik diyet ve su orucu gibi zahmetli yollara başvurmaya gerek kalmaksızın keton üretmemizi sağlayan orta zincirli tridliseridlerin önemini - umuyorum - açıklığa kavuşturduktan sonra orta zincirli trigliseridleri hangi besinlerde bulabileceğimize bakalım.

Tükettiğimiz katı ve sıvı yağların çoğu tamamen uzun zincirli trigliseridlerden oluşuyor. Orta zincirli trigliserid kaynakları sayıca az. Bu açıdan bildiğimiz  en zengin kaynak %63’ü orta zincirli trigliseridlerden oluşan hindistancevizi yağı. Onu %53’le palmiye (hurma) çekirdeği yağı izliyor. %12’si kısa ve orta zincirli trigliseridlerden oluşan tereyağ da ilk ikisi kadar fazla olmasa da orta zincirli trigliserid içeren sınırlı besin türlerinden. Tüm memeli türlerinin sütleri beyin gelişimi için çok önemli olan ketonların üretildiği orta zincirli trigliseridlere sahip. Tahmin edeceğiniz gibi, beyninin vücuduna oranla büyüklüğü diğer memelilerden fazla olan insanın sütü orta zincirli trigliseridler açısından inek, keçi vs. sütlerinden daha zengin. Beyin gelişimi için orta zincirli trigliseridlere duyulan gereksinim de insanlarda daha fazla.  

Ayrıca, ilaç firmalarının hindistancevizi yağı ve palmiye çekirdeği yağndan  bazı orta zincirli yağ asitlerini izole ederek elde ettiği MCT yağı var. MCT yağı Alzheimer, çeşitli sindirim bozuklukları, safra kesesi hastalığı, AIDS, çocuklarda epilepsi nöbetleri gibi çeşitli hastalıklar için kullanılabiliyor. Böyle bir besin desteği Türkiye'de bulunuyor mu bilmiyorum; fakat hindistancevizi yağı - pahalı da olsa - bulunuyor. Şimdilik TheLifeCo'nun ithal ettiği hindistancevizi yağını alıyorum. Talep arttıkça yeni ithalatçı ve üreticilerin devreye girmesini, hindistancevizi yağına daha makul fiyatla ulaşabilmeyi umalım. Aldığımız yağın soğuk sıkım olmasını, ısıl ve kimyasal işlemlerden geçmemiş olmasını tercih etmek gerekiyor.

Unutmadan ketonlarla ilgili yazıdaki uyarıyı yineleyelim : Evet, ketonlar çok yararlı ve keton üretimini su orucu ya da ketojenik diyetle artırmanın özellikle nörolojik problemlerden muzdarip kişiler için faydası var. Fakat yağ metabolizmalarında nadir rastlanan genetik bozukluğu olanlar, porfiri hastaları için harcayacakları kalorinin çoğunu yağdan almaya çalışmak tehlikeli olacaktır.

Hindistancevizi Yağı

Bu yazıyı yazarken Bruce Fife’nin yazdığı Stop Alzheimer’s Now! (Alzheimer’ı şimdi durdurun) isimli kitaptan yararlandım. Bruce Fife hindistancevizinin beyne yararlı, hastalıkları iyileştirici etkilerinden bahsettiği 2-3 rafı dolduracak sayıda kitap yazmış. Coconut Cures (hindistancevizi iyileştirir), The Coconut Oil Miracle (hindistancevizi yağı mucizesi) bunlardan ikisi. Ayrıca hindistancevizi unu kullanılarak yapılan glutensiz tariflerden oluşan bir kitabı da var.

Okuduğum ve kaynak olarak kullandığım kitabında Bruce Fife, hindistancevizi yağını beyin için yenilebilecek en mükemmel gıda olarak tanımlamış. Hindistancevizinde bolca bulunan orta zincirli trigliseridler (MCT) vücutta ketonlara dönüşüyor. Ketonlar, beynin süper yakıtı.

Kitapta hindistancevizi yağının beyinle ilgili hastalıklarda kullanımına verilen ilk örnek, eşinin bilişsel yetilerinin erken yaşta yakalandığı Alzheimer hastalığının ilerlemesi yüzünden hızla zayıflamasına tanık olan Dr. Mary Newport ve kocası Steve Newport’un öyküsü. Dr.Newport, eşinin kabul edileceği bir yeni ilaç deneyi araştırıyor; ama hastalık fazla ilerlemiş olduğu için başvuruları reddediliyor. Bu deneylerden birinde, test edilen ilacın etken maddesinin hindistancevizi yağından elde edilen bir yağ asidi olduğunu farkedince, “Neden hindistancevizi kullanmıyoruz? Kaybedecek neyimiz var?” diye sormuş kendi kendine ve  eşine günde dört yemek kaşığı  hindistancevizi yağı vermeye başlamış. Bu şekilde hastalığın ilerlemesini durdurmakla kalmamış; eşinin bilişsel becerilerinin ve hafıza kaybının epeyce düzeldiğini gözlemlemiş. Birkaç haftalık kullanımdan sonra bile, Alzheimer hastalarının durumunu anlamak için yapılan ve hastalığın teşhisini izleyen ilk zamanlarda Steve Newport için moral bozucu sonuçlar vermiş olan testler tekrarlandığında hastada farkedilir iyileşme gözlenmiş.

Hindistancevizi yağının Enfeksiyonlara Karşı Etkisi

Hindistancevizi yağının içinde onbir çeşit yağ asidi bulunuyor. Hepsinin de farklı virüs, bakteri ve mantarları etkisiz hale getirebildiği biliniyor. İçinde bulunan yağ asitlerinin antibakteriyel, antiviral ve antifungal özellikleri sebebiyle hindidtancevizi yağı gıda, kozmetikler ve ilaçlarda kullanılmak üzere geniş şekilde incelenmiş. Araştırmalar, hindistancevizinde bulunan yağ asitlerinin gastrik ülserler, sinüs enfeksiyonları, idrar yolu enfeksiyonları, dişeti rahatsızlıkları, çürükler, zatürree ve diğer hastalıklarda kullanılabileceğini göstermiş. Dr. Erguiza ve çalışma arkadaşları tarafından yapılan bir araştırmaya göre, standart antibiyotik tedavisine eklenen hindistancevizi yağı toplumdan bulaşan zatürree vakalarında hastanın daha çabuk iyileşmesini sağlıyor.

Hindistancevizi yağında bulunan antimikrobiyal ve antiviral özelliklere sahip yağ asitlerinden bazıları laurik asit, miristik asit, kaprilik asit ve kaprik asit. Çoğu doymuş ve orta zincirli yağ asidi. Laurik asit, hindistancevizi yağının yarısını oluşturuyor ve yağın antibakteriyel, antiviral, antifungal etkisi en yüksek bileşeni.

Orta zincirli yağ asitleri anne sütünde de bulunuyor ve bebeğin beyin gelişimine katkılarının yanısıra, bağışıklık sistemi henüz gelişmekte olan bebeği mikrop, mantar ve virüslerden koruyor. Hindistancevizi yağındaki orta zincirli yağ asitleri birçok mikroorganizmaya karşı etkili; fakat soğukalgınlığına sebep olan rinovirüs, hepatit A ve  - neyse ki - insan bağırsağında yaşayan yararlı bakterilere karşı etkisiz.

Hindistancevizi yağının Diş ve Dişeti Enfeksiyonları Üzerindeki Etkisi

Ağzın beyne yakınlığı sebebiyle diş ve dişetlerine yerleşen bakteriler nörolojik etkilere de yol açabilir. Ağızda herhangi bir yara, enfeksiyon veya enflamasyon olduğunda, burada  üreyen bakteriler kan dolaşımıyla vücudun diğer bölgelerine taşınır. Eğer bağışıklık sistemi iyi çalışıyorsa, vücudun başka bölgelerinde yeni enfeksiyonlar oluşmayabilir. Fakat dişlerde veya dişetlerinde farkedilmeyen, tedavi edilmeden kronikleşen küçük sorunlar bile kronik enflamasyona yol açabilir. Eğer enfeksiyon sinir hücrelerini, beyni etkiler hale gelirse nörolojik dejenerasyona yol açabilir. Alzheimer ve Parkinson hastalarının beyinlerinde bulunan virüs ve bakterilerin çoğu ağız kaynaklıymış.

Çoğu insanın diş ve dişetleriyle ilgili az ya da çok problemi vardır. Farkedilir bir problemimiz olmaması da maalesef ağız sağlığımızın garantisi değil. Galiba diş ve dişeti sağlığı için günlük bakımın da ötesinde birşeyler yapmak gerekiyor.

Bruce Fife’nin ağız bakımı için yaptığı öneri hindistancevizi yağı ile “yağ çekmek” (oil pulling). Yağ çekme  çok eski, ayurvedik bir tedavi yöntemi.  Ağza alınan bir kaşık yağ (geleneksel olarak susam yağı) yirmi dakika boyunca ağızda çalkalanıyor, dişlerin arasından çekiliyor. Bu şekilde ağızda çeşitli enzimlerle karışan yağın dilden ve tükürükten vücuttaki toksinleri, dişler ve ağzın içinden de zararlı mikroorganizmaları çektiği söyleniyor. Ayurvedik inanışlara göre, yağ çekmek otuz kadar sistemik hastalığı hafifletiyor veya iyileştiriyor. Bu yöntem Batı’da yaygınlaştıkça, yağ çekmek amacıyla farklı yağlar da kullanılmış. Yağ çekmenin diğer hastalıklar ve akne gibi rahatsızlıklar üzerindeki etkisini denemeden veya bu konuda araştırmalar yapılmadan bilemeyiz; fakat içindeki antimikrobiyal, antiviral ve antifungal yağ asitlerinin varlığı düşünülünce ağız sağlığı için “oil pulling” amacıyla kullanılacak en etkili yağ hindistancevizi yağı gibi görünüyor. Hergün aç karnına 1-3 defa 20’şer dakikalık seanslar halinde yağ çekilebilir. Yağ incelip beyazlaşınca yağı tükürme vakti gelmiş demektir. Çekilen yağ zararlı mikroorganizmalarla ve toksinlerle dolu olacağı için yutmamak lazım. Gargara yapmak da tavsiye edilmiyor. En iyisi yağı çöp tenekesine tükürmek; çünkü lavaboyu zamanla tıkayabilir. Uygulamaya alışmak için yağ çekme süresini başlangıçta 5 dakikada  tutup zamanla artırabiliriz.


Hindistancevizi yağının Çevresel Toksinler Karşısında Etkisi

Günümüzde hepimiz çok sayıda kimyasalla karşılaşıyoruz. Hazır gıdalardaki katkı ve boya maddeleri, bitkisel ve hayvansal gıdalara bulaşmış olan antibiyotikler, hormonlar ve böcek ilaçları, evde ve kişisel temizlik için kullanılan temizlik maddeleri, kozmetikler ve ilaçlarda bulunan kimyasallar, hava kirliliğine neden olan toksik maddeler hayat boyu vücudumuzda biriken toksinlerin bazıları. Toksinlerle karşılaşma anne karnında başlıyor ve bebek emzirilirken de devam ediyor.

Toplumda kanser, Alzheimer ve diğer kronik hastalıklara rastlanma sıklığının özellikle 20. yüzyılda artmış ve bugün de artıyor olması kısmen maruz kalınan çevresel toksinlere bağlanabilir. Çevremizden ve hayatımızdan toksinleri temizlemek belli ki mümkün olmayacak; bu yoldaki çabalarımız yetersiz kalmaya mahkum. Bazı yiyeceklerin vücudumuzda biriken çevresel toksinleri toplama, nötralize etme ve vücuttan atılmalarına yardımcı olma kapasitesine sahip olduğu söyleniyor. Çevremizin yeterince temizlenmesini sağlayamasak da, diyetimize bu gıdaları katarak vücudumuzu bir miktar detoksifiye edebiliriz. Hindistancevizi yağı da çeşitli kimyasalları etkisiz hale getirebilen bir besin.

Hindistancevizi yağı, antioksidan, anti-enflamatuar ve bağışıklık sistemini kuvvetlendiren etkilerinin yanısıra tüm vücutta oksijen dolaşımını artırıyor.

Hayvan deneylerinde en yüksek oranda  hindistancevizi yağında bulunan orta zincirli trigliserdlerin hayvanları çeşitli kanserojen maddelerden koruduğu gösterilmiş.

Tahılları, özellikle mısırı etkileyen kanserojen mantarlardan, aflatoksinlerden bahsedildiğini duymuşsunuzdur. Aflatoksinler de  hindistancevizi yağının üzerinde etkili olduğu tahmin edilen toksik organizmalar arasında. Türk mutfağında bolca tahıl (özellikle buğday) kullanılması  diyetimize hindistancevizi yağı katmak için bir sebep daha veriyor bize.

Dış kaynaklı toksinlerden etkilendiğimiz gibi vücudumuzda bulunan bakterilerin zararlı atıklarından da (endotoksinler) etkileniyoruz. Hindistancevizi yağının endotoksinler üzerindeki etkisi de hayvan deneyleriyle gösterilmiş.

Hindistancevizi yağının Tip II Diyabette Etkisi

Hindistancevizi yağı, en başta birçok hastalığa zemin hazırlayan insülin direncini kırmakta yardımcı. Araştırmalar,  orta zincirli yağ asitlerinin insülin direncini ve diyabet semptomlarını hafifletmekte etkili olduğunu gösteriyor.

Yemeklerle yenen (veya yiyeceklere eklenen) yağ - özellikle hindistancevizi yağı - şekerin kana daha yavaş karışmasını sağlıyor. Yemeklerle birlikte, yemeklerden hemen sonra veya öğün aralarında alınan hindistancevizi yağı kan şekerinin çok yükselmesini önlüyor.

Stop Alzheimer’s Now’da verilen tip II diyabet hastası tanıklıklarına göre hindistancevizi yağı kan şekerini düzenlemede yardımcı; hatta insülin iğnesi ihtiyacını bile azaltabiliyor. Bu tanıklıklara dayanarak şu da iddia ediliyor : hindistancevizi yağı sadece kan şekerini düzenlemekle kalmıyor; insülin direncinin vermiş olduğu zararların da geri çevrilmesini sağlayabiliyor.

Diyabet hastalığı sinir harabiyetine neden oluyor. Tüm vücuttaki sinirlerin diyabet yüzünden dejenere olmasına “diyabetik nöropati” deniyor. Sinir harabiyeti genellikle el ve ayaklarda ağrı veya his kaybı şeklinde ortaya çıkıyor. Diğer belirtiler arasında sindirim sistemi bozuklukları, kas zayıflığı veya krampları, mesane problemleri, baş dönmesi, konuşma ve görmeyle ile ilgili sorunlar sayılabilir.

Nöropatiye genellikle dolaşım bozuklukları da eşlik ediyor. Özellikle el ve ayaklarda dolaşımın kötüleşmesi, his kaybıyla birleşince kangren ve uzuvların kesilmesi gibi sonuçlara yol açabiliyor. Hindistancevizi  yağı dolaşımı iyileştiriyor; el ve ayaklardaki sinir harabiyetini durdurarak geri çeviriyor. Hindistancevizi yağının sinirler üzerindeki tamir edici etkisini beyinde ve diğer sinir hücrelerinde de gösterebileceğini ummak herhalde yanlış olmaz.  (Burada özellikle diyabet hastalarına ve hasta yakınlarına HBOT - Hiperbarik Oksijen terapisinin pozitif etkilerini hatırlatmak istiyorum.)

Hindistancevizi yağı kullanmak, Alzheimer, Parkinson, ALS (Lou Gehrig hastalığı), multipl skleroz, Huntington, bunama ve diğer nörodejeneratif hastalıklar için denenebilecek, umut vadeden bir yöntem. Gözümüzün önündeki bu doğal ve muhtemelen etkili çözümü birkaç araştırmacı ve bir ilaç üreticisi firma dışında tıp dünyasının farketmemiş olmasını şaşırtıcı bulan Dr.Julian Whitaker şöyle demiş :”Artık Alzheimer hastalığı, Parkinson, bunama, MS, ALS ve diğer nörodejeneratif rahatsızlıkları olan tüm hastalarıma keton terapisini tavsiye ediyorum. Down sendromu, otizm ve diyabetli kişiler için de faydalı olacağını ileri sürmek için kanıt var.”

Hindistancevizi yağı gün içinde birkaç doza bölünerek tüketilirse, kandaki keton düzeyi düşürülmeden korunmuş olur. Bu arada karbonhidrat tüketimini kısıtlayabilirseniz ketojenik diyete yaklaşmış olursunuz. Bruce Fife nörodejeneratif hastalıklarda günde üç kez hindistancevizi yağı alınmasını öneriyor. İki kaşık sabah - yani vücutta keton seviyesinin en düşük olduğu zaman -, 1 veya 2 kaşık öğlen ve 1 - 2 kaşık akşam öğünüyle olmak üzere toplam beş kaşık. Yağın yiyeceklerle beraber alınmasını öneriyor. Hinditancevizi yağı istenirse pişirme yağı olarak, yiyeceklerin hazırlanmasında da kullanılabilir.  

Bruce Fife, ölçü olarak verdiği yemek kaşığının klasik yemek kaşığı değil, 15 mililitrelik bir ölçü olduğunu da eklemiş. Ayrıca sadece sayılan hastalıklardan muzdarip kişilere değil, bu tip hastalıklar birden ortaya çıkmadığı, bazen ilk belirtileri verene dek beyne büyük hasar vermiş olabileceği için nörodejeneratif hastalıklardan korunma amacıyla da hindistancevizi yağı kullanmayı öneriyor.

Hindistancevizi yağı 24,5 santigrat derecenin üstünde sıvı, altındaysa katı halde bulunur. Dengeli, kolay bozulmayan bir yağ olduğu için buzdolabında saklamaya gerek yok ve pişirme yağı olarak ocakta, fırında rahatlıkla kullanılabilir.




kaynaklar :

Stop Alzheimer’s Now! Bruce Fife