Yasal Uyarı

Yasal Uyarı
Bu sitede yayınlanan bilgi ve referanslar hiçbir surette doktor tavsiyesi yerine geçmez. Tüm sağlık problemlerinde mutlaka bir doktora başvurulmalıdır. Doktora başvurmadan kesinlikle ilaç veya başka tedavi yöntemleri kullanılmamalıdır.

Kaynak gösterilerek paylaşılan ve verilen bağlantılar (link'ler) ile ulaşılan bilgilerden kaynak sahibi sorumludur.
Sitede yer alan bilgilerin Multipl Skleroz ve diğer hastalıklar konusunda genel kabul gören tıp literatürüne uygun olduğuna dair bir iddiam yok. Bir MS hastası olarak denediğim, kısmen fayda gördüğümü düşündüğüm yardımcı tedavilerle ilgili bilgi paylaşıyorum. Dolayısıyla, her hasta benim gibi kendi sağlığı için yaptığı seçim ve uygulamalardan sorumludur.


27 Kasım 2015 Cuma

The Truth about Cancer Tekrar

Ty Bolinger'ın kanser hakkındaki gerçekleri konu alan araştırması (9 bölümlük belgesel) bu haftasonu tekrar yayında. İlginizi çektiyse aşağıdaki link'ten izleyin lütfen.


Bu çabadan ve anlatılanlardan etkilendim. Tekrar gösterimleri duyurmadan edemeyeceğim. Tekrar (ücretsiz) gösterimler sırasında bu belgeselin tamamını yarı fiyatına satın alabiliyorsunuz. İsterseniz böylece çalışmaya destek verebiliyorsunuz. Kanserin ve kronik hastalıkların gerçek sebeplerini keşfetme, ilaç sanayiinin hakimiyeti ve yönlendirmesinden kurtulma zamanımız geldi.

17 Ekim 2015 Cumartesi

The Truth About Cancer - Kanser Hakkındaki Gerçek

Size bir belgeselden bahsetmeliyim. Muhtemelen e-mail kutunuza "The Truth About Cancer" belgeselini 13 - 21 ekim arasında ücretsiz izlemeniz için bir çağrı düşmüştür. Spam değil, şimdilik hergün bir bölüm yayınlanan dokuz bölümlük bir belgesel : konu kanser. Kanserin sebepleri ve doğal tedavi yöntemleri çok sayıda doktorla  yapılan. röportajlarla anlatılıyor. 


İlk bölüm için :

Kanser herkesin korkulu rüyası... Ayrıca MS, diyabet ve romatoid artrit dahil tüm kronik hastalıklar, obezite, psikiyatrik olarak sınıflandırılan otizm, DEHB (dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu), disleksi gibi rahatsızlıkların başlıca sebeplerinden biri sürekli çevresel kaynaklı toksinlerle yüklenmemiz. Kanser de böyle olduğuna göre belgeseldeki bakış açısı, öneriler hepimizin işine yarayabilir. 

Böyle önemli bir girişimden bahsedip ardındaki kişiden bahsetmemek olmaz. Projeyi başlatan, yürüten ve ropörtajları yapıp belgeselleri sunan Ty Bollinger.  Bollinger anne ve babasını kanser yüzünden kaybettikten sonra kanserin gerçek sebeplerini ve tedavilerini bulabilmek için bir arayış içine girmiş. Projesi onu ülkesi A:B.D.'de, Avustralya, İngiltere, Almanya ve başka ülkelerde  bütüncül yaklaşımla kanseri tedavi etmeye çalışan onlarca doktorla ve hastalıktan bu yöntemlerle kurtulan kişilerle söyleşiler yapmaya götürmüş. Ropörtaj yapılan çoğu doktor, kansere yakalandıktan sonra hastalıktan kurtulmaya çalışmak yerine gerekli önlemleri alarak, doğru yaşam tercihleri yaparak kanserden korunmanın daha önemli olduğunu ortaya koyuyor. 

Belgesel, kanser için günümüzde kullanılan tedavi yöntemlerinin insanları iyileştirmek şöyle dursun, çoğuna büyük zararlar verdiğini, buna karşılık bütüncül yaklaşımla ve doğal yöntemlerle yaşama kansersiz dönülebileceğini anlatıyor Dokuz bölümden oluşan bu belgesel ingilizce ve verdiğim bağlantılardan satın alınabilir.

Bölümlerden birinin başında George Orwell'den alınmış şu söz var :  "Hilekarlığın evrensel olduğu bir zamanda gerçeği söylemek devrimci bir harekettir." Evet ilaç sektörünün bu denli etkili, güçlü ve acımasız olduğu bir dönemde gerçeğin peşine düştüğü için Ty Bollinger'ı ve yanındaki ekibi tebrik etmek lazım. Cesurlar ve yaşamları değiştiriyorlar.

8 Ekim 2015 Perşembe

İYİLEŞME KRİZİ

Hayatımız boyunca çevresel ve içsel kaynaklardan toksinlerle yükleniyoruz. En başta yediklerimiz ve içtiklerimizde bulunan zararlı maddeler, vücudumuzdaki mikroorganizmalar tarafından üretilen atıklar var. Bunlara soluduğumuz havanın taşıdığı toksinleri (duşta veya havuzda soluduğumuz gaz halinde klor dahil), banyo ürünleri ve kozmetik ürünler aracılığıyla cildimizin emdiği kimyasal maddeleri, ev temizlik maddelerinden solunum ve cilt yoluyla aldığımız kimyasalları da eklemeli. Kullandığımız ilaçlar - özellikle antibiyotikler - , amalgam dolgular ve içerdikleri thimerosal (cıva) ve diğer katkı maddeleriyle aşılar ve tabii sigara… Evde ve işyerinde kullanılan eşyaların (halı, perde vs), mobilyaların, döşemelerin içerdiği petrokimyasalları, tarımda ve evde kullanılan böcek ilaçlarını da saydığımızda maruz kaldığımız toksik maddelerin listesi bitimsiz görünüyor.


Blog’da genellikle besinler yoluyla aldığımız, sağlığımıza zararlı olabilecek maddelerden ve vücudumuzu arındırmak için yararlanabileceğimiz detoks yöntemlerinden  bahsettim.  Hazır gıdalardan uzaklaşıp minimum düzeyde işlem görmüş doğal gıdalara yönelmek, çiğ sebze - meyve, yeşillik ağırlıklı beslenmek, su orucu, bentonit kiliyle kil banyosu yapmak hep vücudumuzda  detoks sürecini destekleyen, hızlandıran faaliyetler. Egzersizle veya saunada ter atmak da, hatta refleksoloji ve masaj da öyle. Yukarıdaki iç karartıcı toksin listesine yer vermemin sebebi bu arınma yöntemlerinden yararlanırken arınma sürecinde kana karışarak bir süre bize rahatsızlık verebilen etkenlerin bir listesini yapmaktı.  Evet, detoks vücutta depolanan toksinlerin yerinden oynamasına ve kana karışmasına sebep olur.  Detoks yöntemleriyle atılmak üzere yerleştikleri dokulardan sökülen toksinlerin ve detoks sonucu ölen mikroorganizmaların salgıladığı endotoksinlerin yarattığı rahatsızlıklara "iyileşme krizi" deniyor.

Jarisch - Herxheimer refleksi olarak da bilinen iyileşme krizinin şiddeti genellikle vücuttakı toksin yükünün miktarıyla doğru orantılı oluyormuş. Yani krizin ağırlığı ve süresi kişiden kişiye değişiyor. Kana karışan, cilt veya boşaltım sistemi yoluyla atılacak toksinler ne kadar fazla ve etkiliyse iyileşme krizinin şiddeti de o denli fazla olacaktır.

Toksinler en  çok vücut yağlarında depolandıkları için özellikle beslenme tarzınızı değiştirerek veya su orucuyla birkaç kilo vermeniz iyileşme krizi denilen bu rahatsızlık hissiyle tanışmanıza yol açabilir. Kist ve iyi huylu tümörler de vücudun toksinleri depolamak için seçtiği bölgelerden. Bağ dokusu da toksin depolanan bölgeler listesinin başlarında.


Peki iyileşme krizi nasıl durumlar yaratır? Aşağıda sıralananlar tipik iyileşme krizi belirtileri :
  • Yorgunluk (Birkaç gün boyunca kendinizi herzamankinden halsiz hissedebilirsiniz.)
  • İshal ya da kabızlık
  • Başağrısı, eklem ağrıları
  • Uykusuzluk ya da fazla uyuma isteği
  • Düşük seviyede ateş
  • Endişe
  • Duygudurumunda değişiklikler, huzursuzluk
  • Bulantı
  • Deride döküntü, kızarıklık veya kaşıntı gibi rahatsızlıklar
  • Burun tıkanıklığı
  • Düşük kan basıncı (düşük tansiyon)
Önceki yazıda bahsettiğim “kandidiyaz”dan şüpheleniyorsanız, bu sebeple veya genel bir arınma amacıyla detoks yapmaya başladıysanız, özellikle şekerli, tahıllı, nişastalı yiyecekleri kestiyseniz bağırsaklarda yaşayan zararlı organizmalar ölmeye başlıyor demektir. Bu tip zararlılar ölürken çeşitli toksinler serbest kalir. Bu toksinler de yukarıda sıralanan rahatsızlıklara sebep olabilir.


Detoksla toksinlerden kurtulmak, sonrasında beslenmemıze ve çevresel koşullarımıza dikkat ederek fazla toksin yüklenmemeye çalışmak arzulanır şeyler. Özellikle ilk detoks uygulamalarınızda iyileşme krizi yaşayabilirsiniz. Kısa bir süre boyunca, iyileşme krizi kendinizi önce hissettiğinizden daha kötü hissetmenize neden olabilir. Telaşa mahal yok. Bu geçici bir durum. Aşağıdaki önlemleri alarak bu dönemi daha kolay atlatabilirsiniz.
  • Bol su için, susuz kalmayın. Çözünen toksinlerin kolayca atılabilmesi için boşaltımın desteklenmesi  gerekir.
  • Eğer su orucu uygulamıyorsanız yine boşaltımı kolaylaştırmak için lifli gıdalar, daha fazla taze sebze ve yeşillik tüketin.
  • Sağlıksız ve bol katki maddesi içeren gıdaları atıştırmamak lazım. Vücut toksinlerden kurtuldukça işlenmiş ve şekerli yiyeceklere duyulan istek de azalır. Birşeyler atıştırma isteğini geçiştirmek için yine su ve bitkisel çay içmek (içlerine limon sıkılabilir) ve dikkati dağıtıcı faaliyetler (kitaplar, dergiler, filmler …) önerilebilir
  • Toksinleri cilt yoluyla da attığımızı hatırlayalım. Sık duş almak lazım. Duş sonrası cildin koruyucu tabakasının hızla yenilenmesi ve cildi nemlendirmek için vücudumuza bildik kozmetikler yerine çok az hindistancevizi yağı sürebiliriz. İçerdiği orta zincirli yağ asitleri ve antibakteriyel özelliğiyle hindistancevizi yağı bu hassas dönemde ihtiyacımız olan şey.
  • Detoks dönemimizin rahat ve stressiz geçmesi için yakınlarımızdan yardım alalım.


Kendinizi halsiz ve huzursuz hissettiğinizde detoks sonunda beklenen şu genel kazanımları, belki daha fazlasını elde edebileceğinizi düşünüp kendinize moral verebilirsiniz :


  • sindirimde iyileşme
  • bağışıklık sisteminde güçlenme
  • daha düzgün bir dolaşım
  • Eklem ve kas ağrılarının azalması hatta geçmesi
  • Yükselen enerji düzeyi
  • zihnin açılması ve ruhsal durumda denge
  • iyilik hissinde artış


Eğer rahatsızlıklarınızın sebebinin iyileşme krizi olduğunu farkettiyseniz, bunun geçici bir süreç olduğunu ve aslında toksinlerden kurtulmakta olduğunuz anlamına geldiğini unutmayın. İyileşme krizi iyileşmeden önce yaşanan kısa bir kötüleşme dönemidir.



Kaynaklar :

27 Ağustos 2015 Perşembe

Kandidiyaz Nedir? Anormal Bağırsak Florası Bize Ne Yapar?

“Bütün hastalıklar bağırsakta başlar”, “Ölüm bağırsaklarda barınır.” Doğruluklarını ancak yavaş yavaş anladığımız bu vurucu cümleleri günümüzden 2400 yılı geçkin bir zaman önce Hipokrat söylemiş.


Hipokrat’ın sözlerini tekrarlayan bazı günümüz doktorları (örneğin 7'den 70'eTaş Devri Diyeti kitabının yazarı merhum Dr. Ahmet Aydın)  ve bilim adamları bu sözlerle bağırsaklarımızda yerleşmiş olan faydalı bakterilerin yarattığı ekosistemin insan sağlığı için taşıdığı önemi anlatmak istiyor.


İnsan vücudunu oluşturan hücre sayısı 10 trilyon civarında. Organlarımızda ve cildimiz dahil dokularımızda, insan vücuduna eşlik ederek yaşayan, sindirime ve birçok fizyolojik sürece yardımcı olan binlerce türe mensup mikroorganizma sayısı ise vücut hücrelerimizin sayısının on katı kadar. Vücudumuzun insan için yaşamsal önem taşıyan, mikroorganizmalardan oluşan ekosistemine “mikrobiyom” deniyor. Sağlıklı vücutta olması gereken faydalı bakterilerle simbiyotik bir ilşkimiz var. Vücudumuz onlara yaşayacakları ortamı ve besini sağlıyor. Bakterilerin yararlı faaliyetleri arasında vücudumuzun sindiremediği gıdaları (örn. bitkisel lifler) sindimemiz için gerekli bazı enzimleri üretmek, vitamin sentezlemek (bazı B grubu vitaminler, K vitamini vs.), zararlı mikroorganizmalara saldırarak sayılarını kontrol altında tutmak, toksinlerin bağırsak duvarından kan dolaşımına geçmesini engellemek var. İnsan bağırsağındaki mikroorganizmalarin toplam ağırlığı iki kiloyu buluyor. Sağlıklı bir insanda bu mikroorganizmaların %80 - 85'inin yararlı mikroorganizmalar olması, en fazla %15 - 20'sinin fırsatçı mikroorganizma olması bekleniyor.

Vücuttaki bütün mikropları deterjanlar, sabunlar, antibakteriyel ajanlarla öldürme anlayışını terketmeye, içimizdeki mikrobik ekosisteme zarar vermemek gerektiğini anlamaya başlıyoruz. Mesela antibiyotiklerin zararlı mikropları öldürürken faydalı bakterileri de öldürdüğü, böylece sağlığımıza zarar verdiği artık bilinen bir gerçek. Antibiyotikler faydalı bakterileri öldürüp bağırsak ve ürogenital sistemimizde çoğunluğun artık kontrolsüz kalan zararlı mikroorganizmalara geçmesini sağlamanın yanısıra patojen (hastalık yapıcı) bakterilerin de antibiyotiklere karşı direnç geliştirmesine, giderek daha güçlü patojenlerle karşı karşıya kalmamıza sebep oluyor. Üstelik mikrobiyoma zarar veren tek ilaç türü antibiyotikler de değil. Steroidler, reçetesiz satılan birçok ağrıkesici ve hatta doğum kontrol haplarını da mikrobiyoma zarar veren , sağlığımız için uzak durmamız gereken ilaçlar arasında sayabiliriz.


Yukarıda anlatıldığı gibi yararlı bakterilere zarar vererek mikrobik ekosistemimizi bozan alışkanlıkların yanında zararlı mikroorganizmaların çoğalmasına sebep olarak mikrobiyomun dengesini bozan alışkanlıklarımız var. (Tahmin edeceğiniz gibi modern çağın getirdiği yeni beslenme alışkanlıklarından sözedeceğim.) İlk akla gelen günümüzde şeker ve tahıl tüketiminin çok artmış olması. Şekerli ve tahıllı yiyecekler "candida albicans" gibi normal bağırsak florasına sahip insanlarda sayıları yararlı bakteriler tarafından kontrol altında tutulan, böylece çoğalarak bize zarar veremeyen mikroorganizmaları besleyip çoğaltıyor. Beslenmemizde bu tür zararlı bakteri ve mantarları besleyen yiyecekler ağırlıktaysa bağırsak florasını zararlı mikroorganizmalar domine etmeye ve çeşitli sağlık problemlerine yol açmaya başlıyor. Günümüzde çoğu insanın başına gelen bu. Üstelik zamanla yayılan zararlı mikroorganizmalar yüzünden normalde iç çeperi dost bakterilerle kaplı olması gereken bağırsaklar tahrip oluyor, bütünlükleri bozuluyor. Kandida türü zararlılar rizoid adı verilen uzantılarını bağırsak duvarına geçiriyor. Bağırsaklar sızıntılı (geçirgen) hale gelip yarı parçalanmış proteinlerin (peptidler) kan  dolaşımına sızmasına yol açıyor. Bunun sonucunda besin duyarlılıkları, alerjiler, ekzema ve astım gibi rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. Muhtemelen sızıntılı bağırsak sendromu bağışıklık sistemi hastalıklarının oluşması ve ortaya çıkmasında da çok önemli bir faktör.

Anormalleşmiş (disbiyoza uğramış) bağırsak florasının ne tür rahatsızlıklara neden olabildiği konusunda Dr. Natasha Campbell - McBride’dan alıntı yapacağım. Dr. Campbell-McBride nörolog ve beslenme uzmanı. Otizm hastası çocuğunu beslenmesini, yani en başta bağırsaklarını düzelterek tamamen iyileştirmiş. Daha sonra Cambridge’de açtığı kliniğinde anormal bağırsak floraları yüzünden pskiyatrik hastalıklara yakalanmış çocuk ve yetişkin hastaları tedavi etmeye başlamış. Tedavi ettiği ve sorunlarının anormal bağırsak florasından kaynaklandığını belirttiği hastalar arasında otizm, disleksi, dispraksi, hiperaktivite, şizofreni, depresyon rahatsızlıklarından muzdarip çocuk ve yetişkinler var. Bu konuda tecrübe ve birikimlerini anlattığı kitabı GAPS Bağısak ve Psikoloji Sendromu’nu satın almak için seçenekler aşağıdaki sayfada :


Dr.Natasha Campbell, GAPS (gut and psychology syndrome - bağırsak ve psikoloji sendromu) ismini verdiği kitapta özellikle otizm, DEHD, disleksi, dispraksi gibi rahatsızlıklardan muzdarip çocukları konu ediyor ve bu tür rahatsızlıkların temelde bozuk bağırsak florasından kaynaklandığı görüşünü savunuyor. Otizm gibi hastalıklar erken yaşta teşhis edilebiliyor. Bu demektir ki hastalanan çocukların belki hepsinde bebeklikten beri bu hastalıklara uygun bir zemin bulunuyor. Bu konu ve yetişkinlerde depresyon, şizofreni gibi psikiyatrik rahatsızlıklardan muzdarip yetişkinlerin beslenme değişikliğinden nasıl fayda göreceği, diyette değişikliğin nasıl yapılacağı kitapta etraflıca anlatılıyor.

Bağırsak florası normale döndükçe, hasarlı (sızıntılı) bağırsaklar tamir olup sızdırmazlıklarını geri kazandıkça hastaların da sağlıklarına kavuşmaya başlayacağını anlatıyor. Kitap anormal bağırsak florasının psikiyatrik hastalıkların yanında bağışıklık sistemi hastalıklarıyla da ilgili olduğunu açıklıyor.


Bu tür hastalıkların görülmediği topluluklarda da Batı tipi beslenme  alışkanlıkları edinildiğinde psikiyatrik hastalıklara, kronik hastalıklara, gıda duyarlılıklarına, özetle modern Batı toplumlarını ele geçiren kalp - damar hastalıkları gibi hastalıklara yakalanan birey sayısının arttığı gözleniyor. Düşününce, iki üç kuşak önce adı bile duyulmamış veya çok az rastlanan hastalıkların toplumumuzda bu kadar yaygınlaşmış olması aynı sürecin sonucu değil mi? MS, romatoid artrit, ülseratif kolit, tip 2 diyabet  gibi bağışıklık sistemi hastalıkları giderek yaygınlaşıyor. Aynı zamanda alerji, ekzama, hiperaktivite, otizm gibi dertlerden muzdarip çocuk (ve ebeveynlerin) sayısı gün geçtikçe artıyor.


Kandidiyaz Nedir?

Kandida bağırsak, mesane, vajina vs. vücudumuzun çeşitli organlarında yaşayan fırsatçı bir mantar. Aslında en ünlüsü “candida albicans” olmak üzere bu tek hücreli mayanın yirmiden fazla türü bulunur. Özellikle geniş spektrumlu antibiyotikler bağırsak, mesane ve vajinadaki yararlı bakterileri öldürürken kandida türlerine brşey yapamıyor. Beslenme tarzımız ve ilaçların etkisiyle  bağırsak, cilt  ve ürogenital organlarda kandida nüfusu artıyor. Kandidanın yolaçtığı enfeksiyonlara  “kandidiyaz” deniyor. Kandida bebeklerde pişik, ağızda ve vajinada pamukçuk gibi tanıdık rahatsızlıklara neden oluyor. Kandidanın kan dolaşımıyla ulaştığı tüm sistemlerde yarattığı rahatsızlıklardan en sık rastlananları :


  • Sindirim sorunları (kabızlık, kolit, IBS-huzursuz bağırsak sendromu)
  • Cilt problemleri (ekzema, mantar) : ciltte özellikle ılık ve nemli bölgelerde, tırnakta mantar enfeksiyonlarına neden olan genelde candida albicanstır.
  • Eklem rahatsızlıkları (artrit)
  • Davranışlarda ve duygudurumunda değişim ve sıkıntılar
  • Tekrarlayan vajinal mantar enfeksiyonları


Birçok kişideki yorgunluk, karında şişkinlik, zihinde bulanıklık, kaslarda güçsüzlük, eklem ağrısı, sinüslerde tıkanıklık, düşük libido, sürekli tatlı yeme isteği gibi birbirlerinden çok farklı görünen şikayetlerin kaynağı bağırsaklardaki kandida nüfusunun aşırı artması olabilir.

Tahıllı ve şekerli yiyecekleri yedikçe daha fazla tüketmek istememizin temelde iki sebebi var. Birinci sebep bu tür yiyeceklerin kandaki insülin seviyesini birden yükseltiyor olması. Glisemik indeksi yüksek yiyecekler yüzünden insülin seviyesi hızla yükselip hızla düşünce tekrar açlık hissi oluşuyor. Açlığını nişastalı veya şekerli yiyeceklerle bastırmaya alışmış kişiler sürekli karbonhidrat - insülin döngüsünde yaşıyor. Bu şekilde beslenildiğinde de kandida dahil, bağırsaklardaki zararlı mikroorganizmalar çoğalıyor. Sağlıklı bir insanın bağırsağında nüfusları yararlı bakteriler tarafından kontrol altında tutulan, dolayısıyla problem yaratacak kadar çoğalamayan kandida grubu mantarlar ve diğer zararlı mikroorganizmalar giderek yayılıyor, daha fazla şekerli ve nişastalı gıda tüketilmesine neden olan açlık ve tatlı krizlerini yaratan toksinlerini salgılamaya devam ediyor. Bu toksinler de ikinci sebep.

Kandidiyaz bağırsak florasının zararlı mikroorganizmalar lehine bozulduğunu gösterdiğine göre kandidanın kontrolden çıkıp aşırı çoğalmasına elverişli ortamlarda  haliyle clostridia gibi başka zararlı organizmaların da çoğalması hiç şaşırtıcı değil. Tüm bu organizmalar direkt neden oldukları rahatsızlıkların yanında salgıladıkları toksinlerle de başımıza bela oluyor. Bu toksinler ruhsal durumumuzu bozup irili ufaklı psikiyatrik rahatsızlıklara yol açıyor ve kendilerini besleyen, bize zararlı yiyeceklere istek duymamıza sebep oluyor. Ayrıca vücut salgılarımızın dengesini de bozuyor. Mesela mide asidi düşüklüğü yaratıyor ki bu da birçok sağlık problemimizin temelinde yatan sebeplerden biri.


Kandidanın kan dolaşımıyla yayılması, sistemik hale gelmesi özellikle bağışıklık sistemi zayıf kişilerde ölümcül olabiliyor. Mantar enfeksiyonlarının iyileşmesi zaman alsa da sağlıklı insanlar için büyük sorun teşkil etmiyor; fakat aşağıdaki durumlara maruz kalanların ekstra dikkatli olması ve en başta vücutlarında üreyen kandida gibi mantarları kontrol altında tutan sağlıklı mikroorganizmaları beslemek ve zararlı mantarların çoğalmasını engellemek için beslenme tarzlarını değiştirmeleri gerekiyor :


  • AIDS (HIV)
  • Sistemik lupus
  • Uzun süreli radyasyon terapisi
  • Kemoterapi, organ nakli sebebiyle bağışıklık sisteminin baskılanması, kortikosteroid kullanımı

Durum genelde bu denli ciddileşmese de uygun bir beslenme tarzı, alkolden uzak durmak, egzersiz, yeterince su içmek, ağır strese maruz kalmamak koruyucudur. Sistemik kandida enfeksiyonundan şüphelenildiğinde tıbbi yardım almak gerekir.

Kandidiyaza ve anormal bağırsak florası sorunlarına  karşı ne yapmalı?


Kandida veya diğer zararlı mikroorganizmaların yolaçtığı şikayetleriniz varsa yapılması gereken birkaç şey var. En başta tahıllı gıdaları, nişasta ve şekeri beslenme düzeninizden çıkartmak veya minimum düzeyde tüketmek gerekiyor. Bu tür gıdaların yerini taze ve pişmiş sebzeler, yeşillikler, meyveler (miktarına ve türüne dikkat ederek; çünkü meyveler de şeker kaynağı ve şekerle beslenen mikroorganizmaları coşturmak istemiyoruz), et, yumurta, özellikle yoğurt, kefir gibi fermente süt ürünleri, tuzsuz kabuklu yemişler ve tohumlar  almalı. Yani işlenmiş unla, şekerle yapılmış kof ve zararlı yiyeceklerin, hatta çok düşkün olduğumuz bulgurlu, rafine pirinçli, patatesli tariflerin yerini yararlı gerçek besinler almalı. 

Şekerden bahsedip bol şekerli (hatta “aspartam” gibi çok zararlı yapay tatlandırıcılarla tatlandırılmış) içecekleri unutmak olmaz. Hazır gazlı içecekler ve hazır meyve suları da tamamen bırakılmalı. Kısacası Taşdevri (paleolitik) Diyeti günlük diyetiniz olmalı.
http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=1308


Alınacak önemli bir tedbir de ilaç kullanımıyla ilgili. Zorunlu olmadıkça antibiyotikler, steroidler, ağrıkesiciler ve doğum kontrol haplarından uzak durulmalı. Hepsi bağırsak florasını bozuyor. Ayrıca içindeki klor da yararlı bakterilere zararlı olduğundan musluk suyu içmemek, çay ve yemekleri musluk suyuyla hazırlamamak gerekiyor.


Evde mayalanmış yoğurt, kefir gibi fermente süt ürünleri, lahana turşusu gibi diğer fermente ürünler tüketilmeli. Ayrıca iyi bir probiyotik besin takviyesi de alınmalı. Türkiye’de henüz bulunamıyorsa da iyi bir probiyotikte toprak kaynaklı bakteriler dahil en az sekiz çeşit bakteri olması gerektiğini okudum.

Özellikle ürogenital sistemlerinde tekrarlayan mantar enfeksiyonundan şikayetçi olanların şöyle düşünmesi faydalı olur : ne kadar ilaç kullanılırsa kullanılsın, bağırsak florası düzeltilmedikçe mantar enfeksiyonu tekrarlayacaktır. Vajinada da bağırsakta yaşayan bakteriler yaşar. Bağırsaktaki kandida nüfusu kontrolden çıkmış ve yayılmışsa cinsel organlar da bundan etkilenecektir.


Bağışıklık sistemi hastalıkları, otizm gibi çocuklukta ortaya çıkan rahatsızlıklar veya psikiyatrik sorunların daha sistemli ve disiplinli bir şekilde ele alınması gerekiyor. Yukarıda bahsettiğim kitapta özellikle psikiyatrik (ya da şöyle diyelim : “psikiyatrik” olarak sınıflandırılan ve modern tıbbın psikiyatrik ilaçlarla tedavi etmeye çalıştığı) rahatsızlıklar için birkaç aşamalı bir diyet öneriliyor. Bağırsak disbiyozuna katkıda bulunan yiyeceklerin ve içeceklerin tamamen kesilip yerlerine yararlı yağlar, protein vs. konması, durum düzelip stabilize olunca da (bağırsağın artık geçirgen / sızıntılı olmadığı düşüncesiyle) diğer yiyeceklerin azar azar denenerek beslenmeye dahil edilmesi ...

Tekrarlayan mantar enfeksiyonlarıyla uğraşmıyor olsalar bile MS veya başka bir otoimmün hastalığı olanların taş devri (paleolitik) diyetine geçmeyi düşünmesi, tahıllardan ve şekerden uzak durması için ikna edici bir yazı olduğunu umuyorum.




Kaynaklar :

GAPS - Bağırsak ve Psikoloji Sendromu         Dr. Natasha Campbell - McBride
7'den 70'e Taş Devri Diyeti Prof. Dr. Ahmet Aydın
Tahıl Beyin                                                        Dr. David Perlmutter

https://en.wikipedia.org “Candida albicans”, “Candidiasis”, " glycemic index" başlıkları

https://www.smartlivingnetwork.com/yeast-fungal-infections/b/yeast-infection-dangers-avoid-deadly-stages-of-candida-albicans-yeast-infection/

http://www.modernmedicine.com/modern-medicine/content/when-candida-turns-deadly?page=full

17 Haziran 2015 Çarşamba

Çok Önemli bir Keşif - Beyinde Lenf Damarları

Çok yakın zamana kadar merkezi sinir sistemine ait bir lenfatik damar ağı, lenfatik drenaj sistemi bulunmadığı sanılıyordu. Bu durumda bağışıklık sistemi ile merkezi sinir sistemi arasındaki bağlantı, lenf hücrelerinin (T-hücreleri) merkezi sinir sistemine giriş-çıkış noktaları bir giz perdesi altındaydı. Alzheimer, otizm, MS gibi hastalıkların etiyolojisi çözülemiyordu. MS’te T-hücrelerinin nasıl olup da beyinde fink atıp myelin kılıflarına saldırdığı T-hücrelerinin zayıflayan  kan-beyin bariyerini aşmasıyla açıklanıyordu.


Ta ki Viginia Üniversitesi Tıp Fakültesinde bir araştırma ekibi beynin bağışıklık sistemiyle direkt bağlantısını, yıllardır her nasılsa dikkatlerden kaçmış olan lenf damarlarını keşfedene dek… Böylece, beyin ve merkezi sinir sisteminin diğer her doku ve organ gibi bağışıklık sistemiyle bağlantıda olduğu ortaya konuldu. Bu keşif sayesinde Virginia Üniversitesi Sinirbilim (Neuroscience) Bölümünden Prof. Dr. Kipnis’in ifadesiyle MS hastalığına farklı yaklaşılabilir, “MS hastaları neden atak geçiriyor?” diye sormak yerine hastalığın mekanizmasi araştırılabilir. Kipnis’e göre “Keşif nöro-immün etkileşimini algılayışımızı tamamen değiştiriyor. Yine Kipnis diyor ki : “Bağışıklık bileşeni olan her nörolojik hastalıkta, bu damarlar büyük rol oynuyor olabilir diye düşünüyoruz.” ve “İmmün bileşeni olan (nörolojik) bir hastalıkta bu damarların işin içinde olmadığını hayal etmek zor.”


Günümüzde insan vücudunda bilim adamlarının varlığından haberdar olmadığı yapılar kalmış olması ne kadar şaşırtıcı olsa da beyindeki lenf damarları yeni keşfedilmiş durumda. Aşağıdaki çizimlerden soldaki, keşiften önce bilinen haliyle vücudun üst bölümü, baş ve boyun bölgelerindeki lenf ağını gösteriyor. Sağdaki de keşiften sonra insan vücuduna ait lenf ağının haritasının (baş, boyun, vücudun üst kısmı) güncellenmiş durumu. Eski lenf ağı haritasında beyinde lenf damarlarının bulunmadığı görülüyor.


Tıp ve bilim dünyasının daha önce varlığından habersiz olduğu lenf damarları beynin işleyişi ve beyinle ilgili hastalıklarla ilgili çok sayıda soru getirecek akıllara.  Alzheimer, Parkinson, MS, otizm, Huntington ve diğer tüm anlaşılamamış hastalıklar bu yeni keşfin ışığı altında incelenecek. Dr.Kipnis bahsedilen damarların görünüşünün yaşla birlikte değiştiğini, bu damarların yaşlanma sürecindeki etkilerinin de keşfedilmeye açık başka bir alan olduğunu belirtiyor.

Bu keşiften haberdar olmamı, sonuçların önemini kavramamı sağlayan arkadaşım Ümit Singil’e çok teşekkürler... Artık şu MS’in ve Alzheimer, otizm ve diğer esrarengiz nörolojik hastalıkların sebeplerinin, işleyişinin çözümüne daha yakınız diye düşünebiliriz, umabiliriz.  Bu hastalıklar için GERÇEK çözümler, tedaviler ancak sebepleri ve mekanizmaları anlaşılırsa bulunabilir çünkü.

20 Mayıs 2015 Çarşamba

İmgelenen Fiziksel Egzersiz ve Neroplasti

Beynin kabiliyetleriyle ilgili bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Ocak 2007’de Time dergisinde How the Brain Rewires Itself (Beyin kendini nasıl yeniden yapılandırır) başlığıyla yayınlanmış, Sharon Begley’e ait bir yazı.


Yazı, sinirbilim (neuroscience) uzmanı Alvaro Pascual-Leone’nin organize edip Harvard üniversitesinde yürüttüğü bir çalışmayı konu alıyor. Bu çalışmada, piyano çalmayı bilmeyen bir grup denek beş gün boyunca günde iki saat verilen bir piyano parçasını çalışıyor. Daha önce piyano çalmamış olan kontrol grubu da bu egzersizleri imgeliyor, yani egzersizleri zihinlerinde canlandırıyor. Transkranyal motor stimülasyon (TMS) testi piyano egzersiziyle hareket eden parmakların beynin motor korteksi tarafından kontrol edilişini görüntülüyor. Piyano çalarak çalışan deneklerin beyinlerinde parmak hareketlerine ayrılmış olan bölgelerin yayılarak genişlediği saptanıyor. İlginç olan, egzersizleri sadece zihinsel olarak yapan grupta da TMS testi sonuçları benzer çıkıyor. Ayrıca salt zihinsel çalışma yapan grup piyano egzersizlerini neredeyse fiziksel çalışma yapanlar kadar iyi çalabilmiş. İşte bu sonuç sinirbilim açısından devrim  niteliğinde. Çünkü zihinsel egzersizin başka türde hareketler için de  motor korteksi fiziksel olarak değiştirme yetisine sahip olduğunu gösteriyor.


Zihinsel egzersiz ve motor güç kazanımı konusunda yapılan, etkileyici sonuçlar veren iki çalışma daha sıralayabiliriz. Cleveland Clinic’te yapılan 12 haftalık bir çalışmada fiziksel egzersiz yapan deney grubu parmak kaslarını %53 güçlendirirken, bu süre zarfında sadece zihinsel egzersiz yapan grubun parmak kaslarında %35’lik bir güçlenme görülmüş. İkinci çalışma Quebec, Kanada’da, Bishop Üniversitesinde yapılmış. Üniversitenin sporcuları kalça fleksör kaslarını fiziksel olarak çalıştırarak %28 oranında güçlendirmiş. Zihinsel egzersiz grubu aynı çalışmaları zihinsel olarak imgeleyerek kalça fleksörlerini %24 oranında güçlendirmiş.


Zihinde canlandırılan fiziksel egzersiz uzun zamandır atletizm çalışmalarında kullanılan bir metodmuş. Hedefleri görsel olarak imgelemek ve bu hedeflere ulaşmak için izlenecek adımlara konsantre olmak, atletlerin performanslarını artırmak için koçların uzun zamandır yararlandığı yöntemlermiş. İmgelenen egzersizlerin ne denli etkili olabildiği yeni yeni anlaşılıyor.


Yakın zamana dek insan beyni hakkında bilim adamları ve biz sıradan insanların algısı ve bilgisi, erişkin insan beyninin genler ve gelişimle belirlenmiş olan sınırlarının dışına çıkmadığı, artık gelişmediği, “nöroplastisite” (yapısını ve işleyişini değiştirme) yeteneğine sahip olmadığıydı. Fakat artık zihnin beyin gelişimini, hatta beynin yeniden yapılandırılmasını etkileyebileceği biliniyor. Kaza, felç vs. sonucu hasar gören beyin bölgeleri sebebiyle kaybedilen motor fonksiyonların özel bir eğitimle (constraint induced motor treatment) komşu beyin bölgeleri tarafından üstlenilebildiği biliniyor. Yani beyin yeniden yapılandırılabiliyor.


Yukarıda aktardığım çalışmaların bana düşündürdüğü şey imgelenen fiziksel egzersizin MS hastalarına fayda sağlayabileceği. MS'te temel sorun merkezi sinir sistemindeki hasar. En azından başlangıçta, örneğin kollar ve bacaklarda hissedilen güçsüzlük nöral yollardaki iletim bozukluğundan kaynaklanıyor. Eğer hareketi imgelemek Pascual-Leone'nin çalışmasında gösterildiği gibi beyinde ilgili alanların gelişmesini sağlıyorsa bu çok ümit verici. Haddimi aşıyorum ve MS hastalarının egzersizleri zihinlerinde canlandırarak sinir iletiminde iyileşme, belki yeni nöral yolların oluşması gibi çok önemli yararlar görebileceğini hayal ediyorum.


Zihinsel egzersiz konusunda danıştığım bir fizyoterapist, egzersiz yapmanın hem motor, hem de duyusal bileşenlerinin önemli olduğunu söyledi. Yani hareketleri yapmak kadar, hareketler yapıldığında aldığımız geribildirim de önemli. Mesela yürürken yere basan ayağımıza ulaşan geribildirim, dumble kaldırıldığında ağırlığı algılayan ellerimizden, kollarımızdan gelen geribildirim gibi… 

İmgelenen egzersizin etkilerinin çok sayıda araştırmayla gösterilmemiş olması, MS hastaları üzerinde çalışılmamış olması, dolayısıyla uygulamaya yaygın şekilde geçirilmemiş olması bizi yıldırmamalı. Girişimsel olmayan, zararsız yöntemleri kendi üzerimizde neden denemeyelim? İmgelenen egzersiz gerçek egzersizin yerini tutmaz, tamam. Fakat yorgun olduğumuzda veya herhangi bir sebeple hareket edemediğimizde pekala yapmak istediğimiz egzersizleri zihnimizde canlandırabiliriz.



Kaynaklar :





25 Mart 2015 Çarşamba

D Vitamini

Dr. Ahmet Aydın’ın ölüm haberine çok üzüldüm. Eminim onu şahsen tanıyanlar daha da çok üzülmüştür. Bize bir sürü değerli bilgi aktaran, yiyeceklerle ve yaşam tarzımızla çağımız hastalıkları arasındaki bağlantıya karşı bizi uyaran çok değerli bir doktoru kaybettik. Çocuk doktoru olması açıklamarını özellikle önemli kılıyordu. Mesela, çocuklarda çok sık rastlanır hale gelen otizmin psikiyatrik değil, öncelikle metabolik bir hastalık olduğunu söylemesi, yapılabilecekleri anlatması çok önemliydi.
D vitamini hakkında yazarken Dr. Aydın’ın sitesinde verdiği bilgilerden yararlandım.     www.beslenmebulteni.com


D vitamini düzeyimizi yüksek tutmanın faydaları sayısız. D vitamininin kansere karşı koruyucu etkileri olduğunu okuyoruz. D vitamini eksikliği multipl skleroz dahil otoimmün hastalıklara yakalanma riskini artıran bir faktör. Bu tip hastalıklara yakalanıldığı zaman D vitamini takviyesi tedavide başvurulan veya önerilen ilk tedbirlerden biri.  Ayrıca, D vitamini bağışıklık sistemini düzenleyici (immunomodülator) etkinliğiyle de dikkatimizi çekiyor. MS’e yakalanma riskini düşürmek ya da halihazırda MS hastası olanlarda atak sayısını ve şiddetini düşürmek için günlük ne kadar D vitamini almak gerektiği henüz belirli değil. Fakat kanımızda 25 - OH vitamin D testiyle ölçülebilen D vitamini düzeyini 50 ng/mL’nin altına düşürmemekte fayda var.  Unutmayalım, annedeki düşük D vitamini düzeyi bebeğin de hayata düşük D vitaminiyle başlamasına neden oluyor.


D vitamininin enfeksiyonlara karşı koruyucu etkisi var. Depresyonu azalttığı söyleniyor. Artık D vitamininin ne kadar önemli olduğu, eksikliğinin ne kadar çok ve çeşitli hastalığa zemin hazırladığı daha iyi biliniyor, duyuruluyor. Koroner kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, erken yaşlanma, öğrenme güçlüğü, nöropsikiyatrik hastalıklar, kemik erimesi D vitamini eksikliğinin katkıda bulunduğu hastalıkların bir kısmı.


D vitaminin ilk etapta öğrendiğimiz faydası belki vücutta kalsiyum emilimine sağladığı katkı, dolayısıyla kemiklere faydası. D vitamini olmasa, ya da yeterince almazsak besinlerle aldığımız kalsiyumun ancak %10 - 15 kadarı kanımıza geçermiş. Kemik erimesi riskimizi düşünürken en az aldığımız kalsiyum kadar, yediğimiz gıdalarla aldığımız, veya daha iyisi ve etkilisi direkt güneş ışığından yararlanarak sentezlediğimiz D vitamini miktarını da  düşünmeliyiz. Güneşin UVB ışınları sayesinde derimiz D vitamini sentezliyor. Her iki yarımkürede de 40. paralel ile ekvator arasında yaşıyor olmak bu konuda avantaj. Bu aralıkta yaşayan insanlar, yıl boyunca güneşe daha uzun sürelerle maruz kalıp daha çok D vitamini sentezleyebiliyor. Daha kutba yakın enlemlerde yaşayanlarda MS’e rastlanma sıklığının arttığını görürsünüz. Modern toplumlarda, iç mekanlarda geçirilen sürenin artmış olması da bizi günışığından iyice koparıyor. Bu önemli, üzerinde durulan bir bağlantı. Ten renginin açık olması, sentezlenen D vitamini miktarını artırıyor.


Güneşe çıktığımızda cildimizin mümkün olduğunca büyük kısmını güneşe maruz bırakmalıyız. Daha önceki bir yazıda bahsedilen hindistancevizi yağından ince bir katmanı - isterseniz - güneş koruyucusu olarak kullanabilirsiniz. Peşinde olduğumuz morötesi ışınları (UV grubu güneş ışınları) filtrelemediği, yani güneşlenmenin yararını azaltmadığı söyleniyor. Tam tersine, ne kadar düşük faktörlü olursa olsun, ticari koruyucu kremler tavsiye edilesi şeyler değil. En başta, D vitamini de sentezlememizi sağlayan güneş ışınımlarını filtreliyorlar. Güneşte geçirdiğimiz kısıtlı zaman zarfında bu ışınlardan ne kadar faydalanırsak o kadar iyi. Tutun ki güneşte fazla kaldınız; biraz kızardınız. Acıyı, rahatsızlığı alan en iyi çözüm yine biraz hindistancevizi yağı. Gerektikçe cildinize taze sıkım hindistancevizi yağı sürmekten çekinmeyin. Deri bu yağı çabuk çekiyor. Üstelik minör yaralanmalar ve kesikler için denediğim doğal tedaviler içinde en hızlı yanıt aldıklarımdan birisi. Cildi yumuşatıyor, nemlendirici etkisi var.


Derimizin güneş ışığına maruz kalınca sentezlediği D vitamininin çok önemli olduğunu söylüyoruz.  Prof. Dr. Ahmet Aydın sitesi www.beslenmebulteni.com ’ da insan vücudunda bulunan D vitamininin % 90 - 95’inin deride sentezlenen D vitamini olduğunu, özel olarak D vitaminiyle takviye edilmemişlerse gıdalardan alınan D vitamini miktarının çok önemli olmadığını belirtmiş. Yine de hangi yiyeceklerin bizim için doğal D vitamini kaynağı olduğunu yazalım : karaciğer, yağlı balıklar, yumurta sarısı, bazı mantar türleri (örn. portobello).


Modern hayatın güneşle aramızdaki bağı koparmış olması, dünya nüfusunun yarısından çoğunda değişen düzeylerde D vitamini eksikliği görülmesini açıklıyor. Sanayi devriminden önce insanların çoğu doğal ortamlarda güneşte bol vakit geçirerek yaşarken bu kadar yaygın ve vahim bir D vitamini eksikliği tablosu yoktu. Kalp hastalıkları, otoimmün hastalıklar, kanser gibi hastalıkların sürekli artışta olması, başka faktörlerle beraber farkında bile olmadan böyle bir eksiklikle doğmamızdan veya yıllar içinde D vitamini düzeyimizin normalin alt sınırında, hatta onun da altında seyretmesinden kaynaklanıyor olmalı.


Bir daha kan testi yaptırdığınızda 25 - OH D3 (25 hidroksi kolekalsiferol) değerinizi de ölçtürürseniz D vitamini düzeyinizi öğrenirsiniz. Güneşten kaçmayıp güneş ışınlarının etkili olduğu saatlerde (sabah 10:00 ve öğleden sonra 16:00 arası) günde 20 - 30 dakika güneş almaya çalışın. Dr. Ahmet Aydın’dan alıntı : “Gölgenizin boyunuzdan kısa olduğu saatlerde güneşlenin.” Güneşlenme sonrasında bir süre vücudun güneş gören yerlerini sabunlamayın; sıcak su ve sabunla D vitamininin deriden uzaklaştırıldığını bilmekte yarar var.


Güneş ışınlarının dünyaya eğik ulaştığı, güneşe çıkamadığımız günlerde (yaz ayları dışında) bir solaryum merkezine de devam edebiliriz. Güneş ışığına çıkmak yeterince sık mümkün olmuyorsa günde en az 1000 - 2000 IU D vitamini takviyesi alabilirsiniz. Takviye alırken hayvansal D vitamini (D3 - cholecalciferol) almakta fayda var. Bitkisel D vitamini (ergocalciferol) o kadar etkili değildir. D vitamini değeriniz çok düşükse doktorunuzla görüşerek öncelikle bu değeri yukarı çekmeye çalışabilirsiniz. Sonrasında düzenli takviyelerle D vitamini düzeyinizi normal değerlerde tutmayı hedeflersiniz.

D3 (hayvansal D vitamini) alır veya sentezlerken magnezyum, çinko minerallerinden ve başka faydalarının yanısıra kalsiyum metabolizmasında oynadığı rol sebebiyle önemli olduğu anlaşılan K2 vitamininden de (menakinon) yeterince almamız gerekiyor. K2'nin kaynağı hayvansal gıdalar : kırmızı et, tavuk, yumurta sarısı, tereyağ. Ayrıca yoğurt ve peynir gibi fermente yiyecekler de önemli naturel kaynaklar. Gün geçmiyor ki beslenmemizde olması gereken veya takviyelerle almamız gereken başka bir vitamin, mineral, enzim vs. öğrenmeyelim. Doğal kaynaklardan, çeşitli beslenerek bu sorun aşılabilir muhtemelen; fakat çeşitli eksikliklerimiz ve önemli bir rahatsızlığımız olduğu düşünülünce hangi yiyecekleri yememiz, hangi takviyeleri düzenli olarak kullanmamız gerektiğini belirlemek gerekiyor. İşte bir araştırma ve yazı konusu!


Kaynaklar :



Coconut Cures Bruce Fife